“Kurtuluş Savaşı Öyküleri”nin Yazarı Zeki Sarıhan:“Halk Katmanlarının Çabasına Vurgu Yaptım”
Uzun yıllar boyunca “Öğretmen Dünyası” dergisini yönetmiş olan araştırmacı yazar Zeki Sarıhan’ın “Kurtuluş Savaşı Öyküleri” adlı çalışmasının üçüncü cildi de kısa süre önce okurlarla buluştu. Söyleşimiz sırasında öğrendik ki dördüncü cildi de yolda… Sarıhan’a soruları Aydınlık Kitap editörü Pınar Akkoç yöneltti.
—Sayın Zeki Sarıhan, çok uzun yıllardır, ısrarla ve yoğun emek harcayarak Kurtuluş Savaşı dönemine ilişkin çalışmalar ortaya koyuyorsunuz. Söz konusu dönem, ülkemizde çeşitli yazarlar tarafından sizden önce de çok sayıda roman ve öyküye, araştırmaya, incelemeye konu olmuştu. Bu alanda sizin “gidermeye çalıştığınız bir eksiklik” fark ettiğiniz söylenebilir mi? Eğer öyleyse nedir bu ve sizin Kurtuluş Savaşı’na yaklaşım perspektifiniz nedir?
—Kurtuluş Savaşımızı araştırmaya 1971-74 yıllarında kaldığım Mamak Cezaevi’nde başladım. Devrimciler o tarihlerde daha çok Sovyet, Çin, Küba devrimleriyle ilgili kitapları okuyorlar, Türk devrimi için bunları örnek alıyorlardı. Türkiye halkı, sosyalizmi kurmaya gücü yetmemiş de olsa zorlu bir kurtuluş savaşı vermişti. Kurtuluş Savaşı’nı araştırmaya yönelmem Türk devriminin millî köklerine dikkat çekme isteğinden kaynaklandı. Buna “Millî sosyalizm” isteği de diyebiliriz.
Evet, Türk Kurtuluş Savaşı ile ilgili olarak çok kitap yayımlandı. Tek parti döneminde Kurtuluş Savaşı üzerinde söz söyleme, yazı yazma hakkı tekelleştirildiği için bu konudaki yayınlar 1950’den sonra çoğaldı. Yunus Nadi, Falih Rıfkı gibi yazarlar bile Atatürk ve kurtuluş Savaşı’yla ilgili kitaplarını bu dönemde yazabildiler. 1960’lı yıllardan sonra halk hareketinin yükselmesiyle, Kurtuluş Savaşı hakkında halkın, halk örgütlerinin ve çeşitli siyasetlerin bu savaştaki rolüne ilişkin kitaplar çoğalmaya başladı. Nazım Hikmet’in 1940’lı yıllarda cezaevindeyken yazdığı Kurtuluş Savaşı Destanı’nı ancak 1965’te okuyabildik. Sabahattin Selek’in 1970’lerde yayımlanan Anadolu İhtilali, Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan’ı, konu hakkında yazılanların en gerçekçi ve doğru olanlarındandır. Gene de “her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır”. Benim Kurtuluş Savaşı ile ilgili araştırmalarım, 2006 Yunus Nadi Sosyal Bilimler Araştırması Ödülü’ne değer görülen Kurtuluş Savaşı Kadınları ve Kurtuluş Savaşı Gençliği kitaplarımda da görüleceği gibi bu savaşta rol almış halk katmanlarının çabasına vurgu yapıyor. Bu bir halk savaşıydı. Cephelerde ölen, yaralanan, kağnı kollarında cephane taşıyan, silah sağlamada görev alan, gazeteler çıkarıp konferanslar vererek halkı milli savunmaya hazırlayan dedelerimizin hakkını vermek gerekirdi. Son dönemlerde illerimizin Kurtuluş Savaşı’ndaki yerini araştıran akademik çalışmaları bir yana bırakırsak ortalık Kurtuluş Savaşımızı Atatürk’ün hayat hikâyesinin bir parçası olarak ele alan popüler ve çoğu ticari yayınlarla dolup taşmaktadır. Benim Kurtuluş Savaşı ile ilgili bakış açım, resmi tarihten de, buna karşı geliştirilen inkârcı yayınlardan da farklıdır. Gerçeği olduğu gibi yansıtmak ve doğru yorumlamak çabasındayım. Bu gerçek bize, Türkiye’nin bağımsızlığını halkın topyekûn bir seferberlikle kazandığını, ancak bu zaferin meyvelerini emekçi halkın toplayamadığını gösteriyor. Nazım Hikmet’in dediği gibi bu halk savaştan önce Kartal’da bahçıvandı, savaştan sonra da Kartal’da bahçıvan.
ÇILGINLIK DEĞİL, HESAP KİTAP…
—Kâğıt üzerinde bakıldığında güç dengesinin çok eşitsiz olduğu, kazanılması neredeyse olanaksız bir savaş söz konusu… Katılmıyor musunuz bu görüşe?
— Bu savaşa atılanların “Çılgın” Türkler olduğu yazıldı ve bu ifade ulusalcı aydınların gururunu okşadı. Çılgınlık bir çeşit deliliktir. Belki son çare olarak işe yaradığı durumlar olabilir. Bu ifade 1914’te devleti Almanların yarattığı olupbitti ile savaşa sokanlar için söylenebilir. Böyle bir çılgınlığın ise devlete ve millete neye mal olduğu ortadadır. Kurtuluş Savaşı’nın önderlerinin onlardan farkı hesap kitap adamı olmalarıdır. Onlar, bu savaşın Türkler tarafından kazanılması koşullarının bulunduğunu görmüşlerdir. Birincisi: Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş olmakla birlikte 600 yıllık bir imparatorluğun varisleri vatansız ve devletsiz bırakılamazdı.
İkincisi: Tarih, milletler çağına girmişti ve bu bağımsız bir Türk milletinin de olacağı anlamına geliyordu, ABD Başkanı Wilson da bu gerçeği teslim ediyordu.
Üçüncüsü: 20. Yüzyılın başlarında, hele Birinci Dünya Savaşı sonunda milletler ayağa kalkmıştı. Doğu’da patlayan devrim yanardağlarının külleri, Mehmet Akif’in de Kastamonu Nasrullah Camii konuşmasında belirttiği gibi emperyalist başkentlerinin duvarlarını yalıyordu.
Dördüncüsü: Savaş emperyalistleri yormuştu. Yeni bir savaşı göze alacakları şüpheliydi ve aralarında anlaşmazlıklar da vardı. Beşincisi: 1918 Mütarekesiyle silahları elinden alınmış, orduları dağıtılmakta olan bu ulusun belleğinde daha on yıl önce 1908’de yaptığı Jön Türk devriminin moral desteği bulunuyordu. Yakup Kadri mütareke döneminde kaleme aldığı bir yazısında gençliğin savaşlarda nasıl eridiğini anlatırken sağ kalanların kerpiç gibi piştiğini ifade eder.
Kısacası, milleti yeni bir savaşa çağıranlar, hem dünyanın durumuna, hem milletin birikimine bakarak bu savaşı kazanacaklarına inandılar. Millete de geçmiş hataların yapılmayacağına güvence verdiler. (Bu çılgınlıktan kaçınma, İkinci Dünya Savaşı’nda da Türkiye’yi savaşa girmekten korumuştur.) Mondros ve Mudanya Mütarekeleri arasındaki dört yıllık süre Türkler için uzun süren bir savaştır. Bunun nedeni hiçbir maceraya yer vermeyen tedbirliliktir. Nerede geri çekilmek ne zaman saldırmak gerektiğini iyi hesaplamışlar, kaynakları doğru bir şekilde kullanmışlardır. 26 Ağustos 1922’ye kadar kesin bir saldırıya geçmeyişlerinin nedeni işi garantiye alma isteğidir.
TARİHİ YARATAN BİRİCİK GÜÇ…
—Lider, komutan, ordu ve halk ilişkisi açısından bakıldığında nasıl görüyorsunuz o dönemi?
—Ben bazı yazarlardan ve yorumculardan farklı olarak, olağanüstü yeteneklerini teslim etmekle birlikte Mustafa Kemal olmasaydı Kurtuluş Savaşı’nın yapılamayacağı ve başarıya ulaşamayacağı gibi görüşlere katılmıyorum. Aksi anlayış, bir milletin karakterini ve yeteneklerini görmezlikten gelmek olur. Tarihi yaratan biricik gücün halk olduğunu unutmamak gerekir. Türklerin şu veya bu biçimde yurtları için savaşacakları ve kurtuluşun çarelerini bulacaklarına ilişkin çok işaret vardır. Nitekim daha Mondros Mütarekesi’nin hemen ertesinde Müdafaai Hukuk örgütleri kurulmuş, bugünün ulusal güçbirliği demek olan “Millî Kongre” oluşturulmuş, kongre çağrıları yapılmış, Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında Ege’de direniş başlamıştı. Kâzım Karabekir’in kolordusu Doğu’yu bekliyordu. Savaş sırasında veya savaştan sonra Türkiye’nin bir cumhuriyet olacağı da belliydi. Büyük Savaş sonunda zaten çarların, imparatorların, kralların taçları yerlerde sürüklenmeye başlamıştı. 1918’de Kars’ta bir Şura cumhuriyeti kurulduğu gibi 23 Nisan 1920 Meclisi’nin yaptığı da gerçekte bir cumhuriyet meclisinin yaptığından başka bir şey değildir. Zaten 1 Kasım 1922’de Padişahlık da Meclis kararıyla resmen kaldırılmıştı.
BAKANLIK ÖNCE GÖRMEZDEN GELDİ
—Dört ciltlik “Kurtuluş Savaşı Günlüğü” adlı eseriniz ilk kez 30 yıl önce yayımlanmıştı÷ Aradan geçen sürede Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’na dair algıda, ülkemizin politik-kültürel iklimine bağlı olarak nasıl değişiklikler oldu?
—Kurtuluş Savaşı Günlüğü’nün ilk cildini tamamladığım zaman yayımlanması için gezmediğim yayınevi kalmadı. Hiç biri çalışmanın yüzüne bile bakmadı. Haksız da sayılmazlardı. Bu benim ilk kitabımdı. Daha üç cildi olacaktı. Yayınevleri bunu yayımlama riskini göze alamazlardı. 1982’de onu baskı parasını kendim karşılayarak Öğretmen Dünyası Yayınları’ndan çıkardım. İlgi gördü. İkinci baskısını bile yaptık. Sonra ikinci, üçüncü ciltlerini çıkardık. 1990’da Afet İnan Tarih Araştırmaları ödülüne değer görülünce Türk Tarih Kurumu, dördüncü cilt de içinde olmak üzere tümünü art arda yayımladı. Kurumun kitabın içeriğine hiçbir müdahalede bulunmaması benim şansımdır. Bu benim 20 yıllık bir araştırmamın ürünüdür. Kitap 1982’den beri Kurtuluş Savaşı ile ilgili hemen bütün yayınlarda kaynak gösterilmektedir. Bunun nedeni, ulaşılabilecek hemen bütün kaynakların taranmasıyla oluşturulması ve doğru tarihî bilgi vermesidir. Hikmet Altınkaynak, bir yazısında doğru bilgi verdiği için “İyi ki Kurtuluş Savaşı Günlüğü var” diye yazmıştı. Bu kitabı yayımlamayı ve hatta yayımlandıktan sonra tavsiye etmeyi reddeden Milli Eğitim Bakanlığı, kitap Tarih Kurumu tarafından yayımlandıktan sonra onu Kızılay’daki bakanlık binası önünde cadde kenarındaki camekânlarda kapakları güneşten tamamen soluncaya kadar sergiledi…
Kurtuluş Savaşı, İstanbul’da saray çevresinde toplanmış küçük bir azınlık dışında milletin bütün sınıfları, bunların politik örgütleri tarafından desteklendiği için hiçbir siyasi akım ona sahip çıkmadan yapamaz. O zaman savaşa karşıt veya ilgisiz bir tutum alanlar bile sonradan pişman olmuşlardır. Kurtuluş Savaşı’yla ilgili tartışmalar geçmişte de bugün de bu savaşta rol alanların katkı dereceleri ile ilgilidir. Mustafa Kemal Paşa, Karabekir, Rauf Bey, Çerkez Ethem, Mustafa Suphi ve diğerleri… Bunların rolleri Kurtuluş Savaşı Günlüğü başta olmak üzere benim Kurtuluş Savaşı ile ilgili kitaplarımda gerçekçi ve hakkaniyete uygun bir ölçüde yer almaktadır. Bugün Türkiye’yi yöneten kadroların daha çok Karabekir, Mehmet Akif, Rauf Bey çizgisini miras edindiği söylenebilirse de zaman zaman Tevfik Paşa, hatta Damat Ferit Paşa çizgisine kaydıkları görülüyor. Bu düşüncenin esası Türkiye’nin kendi başına bağımsız yaşamayacağı, “Düveli Muazzama” ile birlikte hareket etmek gerektiğidir. Bunun temelleri de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra atılmıştır. Muhafazakâr veya modern Türk burjuvazisi bu konuda aşağı yukarı aynı tutumu almaktadır.
1920’DE AZ DAHA KOMÜNİST OLUYORDUK!
—Sovyetlerden etkilenme hangi boyutta ö dönemde?
—Üzerinde düşünmekte olduğum bir husus da Kurtuluş Savaşı yıllarındaki solculuktur. Şu ifade kimseye aşırı gelmesin: Türkiye 1920’de az daha komünist oluyordu! Batı’dan ilerleyen Yunan saldırısı şöyle bir düşüncesinin doğmasına neden oldu: Bu savaşta halkın topyekûn direnmeye geçmesi için yönetimi ele alması bir çare olabilir. Bunun parlak ve herkesin hayranlığını kazanan bir örneği de hemen Doğu sınırlarımızdan başlayan Sovyetlerdi. Açık ve gizli komünist partileri kuruldu. Hükümet Üçüncü Enternasyonal’e üyelik başvurusu yaptı. Meclis’te kızıl kalpaklılar çoğaldı. Mustafa Kemal Paşa, birçok konuşmada Sovyet Devrimi’ni övdü. Sovyet yetkililerle yaptığı görüşmede “Ben de komünistim” dedi. Kastamonu’da yayımlanan Açıksöz gazetesi Türkiye’nin Bolşevik olmasının yakın olduğunu belirterek halkı buna hazırlayan yayınlar yaptı. Ancak bu dalga, 1920 yılı sonlarında dindi ve o tarihten sonra millî hükümetin solundaki örgütlenmeler ve yayınlar yasaklandı. Bu olguları anlatan yayınlar yok değildir ancak bu konu üzerinde yeniden durmak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye komünist olsaydı bu nasıl bir komünizm olurdu? Azerbaycan gibi mi yoksa Türkiye’ye özgü bir komünizm mi? Sovyetlerin bir cumhuriyeti haline mi gelirdi ve bunun sonucu ne olurdu? Türkiye’nin 1920’de komünist olmayışı, bütün çaresizliğine rağmen Türk burjuvazisinin gücüne bağlanmalıdır.
—“Mehmet Akif ve “Çerkez Ethem’in İhaneti” adlı kitaplarınız da zamanında ses getirmiş ve tartışılmıştı. Özellikle ülkemiz solunun bu iki şahsiyete bakış açısı konusunda neler söyleyebilirsiniz?
—“Çerkez Ethem’in İhaneti” kitabı, 1970’lerde resmî tarihe karşı tersten yaklaşan solcuların “Ethem ihanet etmemiştir” tezinin çürüklüğünü kanıtlamak için yazıldı. Sanırım kanıtladı da. Savaşın hazırlık döneminde büyük hizmetleri görülen Ethem’in daha sonra bir iç anlaşmazlık medeniyle Yunanlılara sığındığı, bununla da kalmayıp Kuvayı Milliye aleyhine çalıştığı su götürmez bir gerçektir. Benim kitabımdan sonra bunu kabul etmemek gerçekleri açıkça reddetmekten başka bir şey olamazdı. “Çerkez olsun da çamurdan olsun” diyen bir Çerkez milliyetçiliği varlığını sürdürmekle birlikte günümüzde bu konu eski hararetini kaybetti. Mehmet Akif kitabım ise bugün de varlığını kuvvetle hissettiren derin bir ihtiyaçtan kaynaklandı. Bu ihtiyaç şudur: Kurtuluş Savaşı’nın da gösterdiği gibi Türkiye’de İslami duyguları hesaba katmadan emperyalist Batı’nın karşısında güçlü bir cephe oluşturmak mümkün görünmüyor. Çünkü İslamiyet Türk kültürünü oluşturan güçlü öğelerden biridir. Bugün bunu başkaları kullanıyor. Halktan kopuk, adeta üniversite kampuslarında saksıda yetişmiş olan bir grup 1970’li yılların sonlarında İstiklal Marşı’nı reddetti. Onu ve Akif’i “ırkçı” olarak ilan etti. Gerek İstiklal Marşı’nı anlatan “Vatan Türküsü”, gerek “Mehmet Akif” kitabım, Kurtuluş Savaşı yıllarının psikolojisini ve kültürünü de hesaba katarak yeni bir milli birlik yaratma ihtiyacından doğdu. Bu iki kitap alışılmışın dışında başka bir sol bulunduğunu vurgulamış ve dikkat çekmiş olsa da okuyucu olarak gerekli ilgiyi görmedi. Ülkedeki temel çelişkinin emperyalizm-tam bağımsızlık değil, laiklik-dincilik olarak algılandığı sürece de bunun devam edeceği anlaşılıyor…
DÖRDÜNCÜ CİLT DE GELİYOR
—Kısa bir süre önce “Kurtuluş Savaşı Öyküleri” adalı çalışmanızın üçüncü cildi de Öğretmen Dünyası Yayınları’ndan okurlara ulaştı. Her ciltte kaynakları belirterek Kurtuluş Savaşı’nın çarpıcı, renkli, çoğu pek bilinmeyen ya da unutulmuş gerçeklerini anlatıyorsunuz… Bu eserlerinizle ilgili çalışma sürecinizi biraz anlatır mısınız? Ne zaman başladınız? Neden her ciltte 33 öykü var, hedef kitleniz nedir, vb
—Ulusal Kanal’da uzun süre “Kurtuluş Savaşı Günlüğü” ve “Kurtuluş Savaşı Öyküleri” programları yaptım. Bundaki amacım, emperyalizme teslim olamayan bir milletin ayaklanışını, onun derinliklerinden ilginç örneklerle anlatmaktı. Bazı izleyiciler, bunları kitaplaştırmamı istiyorlardı. Ben de ilköğretim ikinci kademe öğrencilerinden başlayarak herkesin okuyup anlayacağı bir anlatımla bu olaylardan seçmeler yapıp yayımlamaya karar verdim. Her birindeki olay sayısının 33 olmasının özel bir anlamı yok. 33’lük tespihi akla getirse de bunda da bir sakınca yok!
—Kurtuluş Savaşı Öyküleri’nin Nisan 2011’de yayımlanan ilk cildinin önsüzünde “Bu kitap ilgi görürse öykülere gelecek cilt veya ciltlerde devam etme niyetindeyim” diyorsunuz. İkinci cilt Kasım 2011’de, üçüncü cilt Şubat 2012’de geliyor. Öykülerin ilgi gördüğü sonucuna ulaşabiliriz herhalde
—Kurtuluş Savaşı Öyküleri, diğer birçok kitabım gibi kitapçı raflarında yer almıyor. Dağıtıcılar kitabı dağıtmıyor. Fuarlarda okuyucunun ilgisinin en çok kurtuluş Savaşı Kadınlarıyla bu kitaba yöneldiğini görüyorum. Yayınevi’nin satış ölçülerinden bakılırsa ilgi görüyor. İkinci ve üçüncü cildini bu nedenle yayımladık. Dördüncüsü de yakında geliyor. Günümüzde bir kitabın satışını sağlayan reklam ve dağıtım. Hâlâ amatör çalışıyoruz… Büyük bir yayımcıya dayanmadan yeteri kadar okuyucuya ulaşmak mümkün değil. Kendi kitaplarım için söylemiyorum, nice değerli çalışmanın bu nedenle okuyucuya ulaşmadığını görerek hayıflanıyorum. Ancak bir kitabın değerini belirleyen şey belli bir dönemde çok kişi tarafından okunması değil, uzun süre ehli tarafından aranması ve kaynak gösterilmesidir.
—Biraz da “Öğretmen Dünyası” dergisi ve yayınevinden söz eder misiniz? Bildiğimiz kadarıyla Öğretmen Dünyası, yayın yaşamına kesintisiz biçimde 33 yıldır devam ede8n tek dergi… Bu başarıyı neye bağlıyorsunuz? Yayınevi çalışmaları hakkında da biraz bilgi verebilirseniz seviniriz.
—Öğretmen Dünyası, 1970’lerde Türkiye’deki gerici kargaşa ve bu arada öğretmenler arasındaki parçalanmaya karşı bağımsızlık, birlik, demokrasi isteğiyle yayın hayatına atıldı. Bir kurum tarafından değil de gönüllü çalışan öğretmenler tarafından çıkarılıp bu kadar uzun süre hiç tökezlemeden yayın hayatında kalan tek dergi. Belki dünyada da örneği yok. Uzun yaşamasının nedenini, izlediği yayın çizgisinin doğruluğuna olduğu kadar onu çıkaranların halkçılığa bağlılığındaki ısrarda aramak gerekir. Öğretmen Dünyası, Tanzimat’tan beri Türk eğitiminin modernleşmesi, demokratikleşmesi ve halkçılaşması için mücadele veren ve eğitim tarihimizde unutulmaz izler bırakan Emrullah Efendi, Satı Bey, Ethem Nejat, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Hıfzırrahman Raşit Öymen, İsmail Hakkı Tonguç, Fakir Baykurt ve adları onlarla birlikte anılan sayısız eğitim kahramanının ve eğitim dergileri çıkaran hocalarımızın mirası üzerinde, 1980’li yılların ihtiyacı göz önüne alınarak yayına başladı. Hiçbir baskı, yasaklama ve öğretmenlere verilen korku onu yolundan alıkoyamadı. 2009 sonunda onu kişisel işletme gibi görünmekten çıkararak zaten aynı amaçlar için 2003’te kurulmuş olan Ulusal Eğitim Derneği’nin İktisadi İşletmesi haline getirdik. Ben aralık ayında yaptığımız kongrede dernek başkanlığını, dolayısıyla Öğretmen Dünyası’nın yönetimini bıraktım. Yeni Yönetim Kurulu da bana “Onursal Genel Başkanı” sıfatını vererek cemilede bulundu. Böylece kitap çalışmaları için kendime zaman yaratmış oldum.
—Buna bağlı alarak Kurtuluş Savaşı dönemi öğretmenleri ve öğretmenlerin milli mücadeleye katılımı ile bugüne baktığımızda neler söylemek istersiniz?
—Ben de şu günlerde tam da “Kurtuluş Savaşı’nda Muallimler Ordusu”nun izindeyim. Kuvvetle edindiğim izlenimlere göre Kurtuluş Savaşı döneminde “muallimler ve muallimeler” bağımsız ve çağdaş bir yeni devletin kurulması için mücadele ediyorlar. Dernekler kuruyorlar, konferanslar veriyorlar, hatta bazı kadınlarımız gibi silah kuşanıp cephede çarpışanlar var. Fakat çok yoksulluk çekiyorlar. Aylarca maaş alamadıklar oluyor. İlkokul öğretmenleri grev de yapıyorlar. Birer devlet memuru oldukları ve henüz tam inisiyatif gösteremedikleri için dernekleri biraz vesayet altında. Devlet başkanını, eğitim bakanını, genel müdürü himayeci olarak gösteriyorlar. Tek parti döneminde öğretmen örgütçülüğünün yasaklanması, öğretmenlerin örgütlenme ve özlük hakları için mücadelesinde büyük bir kopuşa neden oluyor. Bugünün öğretmenlerinin o günkü hocalarından öğrenecekleri çok şey var.
Zeki Sarıhan’ın yayımlanmış kitapları (ilk baskıları itibariyle)
1.Kurtuluş Savaşı Günlüğü I (1982)
2.Kurtuluş Savaşı Günlüğü II (1984)
3.Dünyanın Bütün Çiçekleri (Öğretmenlik şiirleri) (1984)
4.Çerkez Ethem’in İhaneti (1984)
5.Vatan Türküsü-İstiklal Marşı (1984)
6.Unutulmayan Öğretmenler (1984)
7.Kurtuluş Savaşı Günlüğü III (1986)
8.Biz Hazırız (Öğretmenlik Yazıları) (1991)
9.Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV (1993)
10.Mehmet Akif (1996)
11.Öğretmen(im) Sizi Çok Seviyor(uz) (1996)
12.Kurtuluş Savaşı’nda İkili İktidar (2000)
13.Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Afgan İlişkileri (2002)
14.Doğu’nun Seher Yıldızı Kore (2002)
15.Kurtuluş Savaşı Gençliği (2004)
16.Benim Hapishanelerim (2005)
17.Ulusal Eğitime Çağrı (2005)
18.Emperyalizm Ulusal Eğitime Meydan Okuyor (2005)
19.Kurtuluş Savaşı Kadınları (2006)
20.İyi Öğretmen Olmak (2007)
21.Bir Ömür Böyle Geçti (Türkiye’de İlk Köy Yürüyüşü) (2008)
22.Çocuk ve Vatan (Beyceli Köyünde Son 100 Yıllık Değişim) (2008)
23.Ali Hafızoğlu Kitabı (2009)
24.1921 Maarif Kongresi (2009)
25.Kurtuluş Savaşı Öyküleri I (2011)
26.Kurtuluş Savaşı Öyküleri II (2012)
27.Kurtuluş Savaşı Öyküleri III (2012)