ALTINA SEVİNMEK
Birkaç gün önce sayın Cumhurbaşkanı açıklama yaptı.’ Altın üretimini 40 tondan 100 tona çıkarıyoruz, tarihin rekorunu kırıyoruz’, Söğütte de altın çıkaracağız, nerede altın varsa biz orada olacağız’ dedi. Bu işlere karşı çıkanları da yatırımlara engel olan, gelişime karşı çıkan, neredeyse vatanını sevmeyen insanlar olarak nitelendirdi.
Bu durumda toprağında altın rezervi bulunan tüm köylüler sevinç çığlıkları atıp, ne kadar zenginleşeceğini hayal etmeye başlayacak. Öyle ya evlerin içinde altın kaplama koltuklar, altın kapaklı klozetler, altın kapı kolları falan olacak. Köyleri ve bağlı oldukları şehir merkezi öyle bir kalkınacak ki, işsiz, aşsız insan kalmayıp, gelir düzeyi aylık ortalama 10 bin dolarları falan bulacak. Yemekleri portakallı ördek, ejder meyveli tatlı kıvamında olup, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında olacak, bu masal da böylece uzayıp gidecek…
Oysa gerçekler hiç de hayaller gibi değil. Altın madeni açıldığı yerde koca bir cehennem çukuru bırakıp gidiyor, yıllarca toprağı, suyu, ağacı, yeşili sömürüp ardında bir çöp yığını, asla temizlenemeyen üzerinde hiçbir şey yetişmeyen toprakları da atıntı olarak bir kenara yığıp, ardına bile bakmadan çekip gidiyor.
Kalanlar ise toprağından, yerinden yurdundan olup, hastalıklarla, vücutlarına yayılan zehir kalıntıları ile yaşamaya ve bu kalıntıları nesilden nesile aktarmaya devam ediyor. Kazanan Kanadalı, ya da İngiliz bir şirket oluyor. Milyonlarca doları kasasına doldurup, devlet payı diye, beyan ettiği değerin %3’ü gibi küçücük bir payı da aklınca devlet kasasına bırakıyor.
Köylüler ne yapıyor bu durumda dersiniz, köyden birkaç kişi madende çalışıyor, çalıştıkları süre boyunca hasta olmayı göze alıyor ve sonunda kanser, ciğer hastalıkları, kalıtımsal hastalıklarla boğuşup, birkaç yıl sonra hiçbir paranın telafi edemeyeceği hastalıklarla bir başına kalıyorlar.
Fındık bahçeleri elden gidiyor, ormanlar, ağaçlar kesiliyor, meyveler, sebzeler çürüyor, heyelanlar, göçükler, zehir havuzları, siyanür çukurları, toprakta, suda ağır metaller, kurşun, civa, arsenik kalıntıları, kuraklık, içilemeyen sular, gürültü, bozulan yollar ve bitmek bilmeyen korkularla süregiden bir yaşam…
Madenin kapladığı alanda ise Mars yüzeyini andıran bir görüntü, koca bir boşluk, soluk bile alınamayan bir hava, kirli sular, atıklar ve atıklar….
Bırakın daha çok kazanmayı, sırf madene yakın diye ürünlerini satamayan, çürüme ve kuraklıkla ürün dahi yetiştiremeyen, ormanlar kesilince arıcılık yapamayan, fındık bahçelerinden eski verimi bile alamayan insanlar yaşıyor artık bu köylerde…
Sürekli taciz edilen, toprağını satmayınca zorla çıkarılmaya çalışılan, haklarında suç duyuruları yapılarak bezdirilen, fındık bahçelerine maden atıkları yığılan, bahçeleri göçen, toprağı, ağacı kökünden sökülen, yüz yıllık ağaçları damgalanıp bir bir kesilen, mezar yeri bile bırakılmayan, atalarından kalan topraklara benim toprağım diyemeyen insanların ülkesi oluyor bu ülke….
Şimdi siz karar verin, neye seviniyoruz, neden seviniyoruz, Kapadokya’da, Söğüt’te, Erzincan’da, Kaz Dağlarında, Fatsa’da, Kurşunçalı’da…bu vatanın her karış toprağında, tarihi, doğayı, denizi, ırmağı, yeşili, ağacı, insanı yoketmek pahasına her bir altın parçasını kaplasan da gövdene değer mi, ölüler altın takar mı, toprağın yoksa, suyun yoksa yaşamak var mı….