“MUHTEREM KİBAR” İbrahim GÜNDÜZ
Muhterem Bey bakınız, o “gelişmiş” dediğiniz ülkeler ne yaptılar biliyor musunuz, İspanya Kralı Ferdinand’ın, “Altın getirin, mümkünse insani yollardan ama ne pahasına olursa olsun altın getirin” sözünü yerine getirdiler. Bugün de Kral Ferdinand’ın torunları ve yerli işbirlikçileri aynısını yapıyor. Mümkünse insani yollardan ama ne pahasına olursa olsun altın getirmeye çalışıyor.
Muhterem Bey, o sizin “bir ton” altını elde edebilmek için “beş milyon ton” taş-toprak-çakıl un ufak edilip üzerinden binlerce ton siyanür, sülfürik asit, silika gibi dünyanın en ağır kimyasalları geçiriliyor mu? Geçiriliyor. Ama siz bunların hiçbir zararı olmadığını söylüyorsunuz. O sizin “bir ton” altınınızı elde etmek için Kazdağları, Karadeniz Dağları, Toros Dağları, Murat Dağı, Munzur Dağları gibi en değerli ormanlarımız içindeki milyonlarca canlıyla birlikte katlediliyor mu? Ediliyor.
Hani diyorsunuz ya, “Altın yerin altında kayaların içinde. Üstünde ağaç olabilir, hatta ev de olabilir. Ağacı, evi kaldırmadan kayaya ulaşamayız.”
Sayın Muhterem Bey, sizin “Üstünde ağaç da olabilir” dediğiniz yer Kazdağları, Toroslar, Kaçkarlar, Cerattepe, Kurşunçalı, Karadeniz yaylaları, Batı Karadeniz’in el değmemiş ormanları. Yani sizin, “Ağaç da olabilir” diyerek basitleştirdiğiniz, küçümsediğiniz yerler bu ülkenin can damarları. O ağaçların olduğu yerlerde yüzlerce köy ve onlarca şehrimiz var. Çevresi tarım alanları, barajlarla dolu. Yani o ağaçların olduğu dağlardan beslenen sularla, oksijenle yaşıyorlar.
Sizin, “Üstünde ağaçlar da olabilir” dediğiniz yerlerden birisi de Murat Dağı. Gediz Irmağı, Büyük Menderes Irmağı ve Porsuk Çayı’nın doğuş noktası. Türkiye karasularının yüzde 40’ının kaynağı olan Murat Dağı. Yani o kadar basit değil Muhterem Bey.
“Hatta ev de olabilir” diyorsunuz. Sizin “ev” dediğiniz yerler bizim köylerimiz, şehirlerimiz. Fatsa, Lapseki, İliç, İvrindi, Havran, Çanakkale, İzmir, Kemaliye’den söz ediyoruz. Yani sizin, “Evler de olabilir” dediğiniz yerlerde bizler yaşıyoruz. Ata topraklarımızdan, köylerimizden söz ediyorsunuz. Belki farkında değilsiniz ama sizin arkadaşlarınız bizim köylerimize, bağımıza, bahçemize dayandılar. “Elimizde kapı gibi ruhsatımız var, hadi yaylanın” diyorlar bize. Peki ya bizim tapularımız? Peki ya bizim ata topraklarımız? Peki ya bizim köylerimiz, tarihimiz, kökenimiz? Bunların hiç mi önemi yok. Yani Muhterem Bey siz yalnızca o ağacı, evi değil bizi de kaldırıyorsunuz. Bu ülkenin vatandaşlarını yok ediyorsunuz. Hala bunun farkında değilsiniz. Ya da farkına varmak işinize gelmiyor.
Ne acıdır ki, bir de yaptığınız işi insanları tedavi etmek amacıyla yapılan ameliyatlara benzetiyorsunuz. Ameliyat sırasında, hastanın iç organları dışarıdayken fotoğraf çekilirse görüntü kötü olurmuş ama sonunda iş bittikten sonra hasta iyileşiyormuş. Yani maden bittikten sonra çevreyi güzelleştiriyormuşsunuz. Bakınız, önce yaptığınız bu dünyanın en zehirli işini, insanları sağlığına kavuşturmak için doktorların yaptığı tedavi operasyonlarına benzetmeniz tam bir aymazlık. Bir doktor, ameliyat sayesinde bir insanın vücudundan hastalıklı bir bölgeyi alırken siz dünyanın belki de en sağlıklı bölgelerine zehir saçıyorsunuz. Sizin yaptığınız işi ameliyat yapan bir doktora değil ama toplama kamplarında milyonlarca insanı acımasızca yok eden Nazilerin yaptığı işe benzetebiliriz. Yani illa da bir kıyaslama yapmak istiyorsanız sizin yaptığınız işi Amerikan hapishanelerinde idam mahkumlarının siyanürle öldürülmesine benzetebiliriz. Doktor iyileştiriyor, siz zehirliyorsunuz. Farkınız bu.
“Efendim eski haline getiriyoruz.” Dünya üzerinde eski haline getiremediğiniz yüzlerce maden çukuru var. Çevresinde zehirlenmiş milyarlarca ton toprak ve su kaynakları var. Siz bir dağı yerle bir edip sonra da onu tekrar inşa edeceğinizi söylüyorsunuz ve buna da bizim inanmamızı bekliyorsunuz. Bergama’yı örnek veriyorsunuz, Peki Bergama’da açtığınız çukura ne yaptınız? İçine zehir doldurmakla meşgulsünüz.
“Bu sene 250 ton altın ithal edeceğiz. 14 milyar dolar maliyeti var. Ama kendi altınımız var. Üretmek varken neden dışarıdan alalım.” Yani Muhterem Bey şunu öneriyor, 19 madenle 45 ton üretiyorsak, bu 250 ton hedefine ulaşabilmek için 100 tane daha talan ve zehir merkezi açmamızı istiyor. Nereye? Toroslar’a, Munzur Dağları’na, bütün Karadeniz dağlarına ve yaylalarına, bütün Ege’ye, Marmara’ya, yani tüm Türkiye’ye. Önerdikleri bu. Zaten planlanan bu.
TEMA’nın Kazdağları’yla ilgili paylaştığı Enerji Bakanlığı’na ait haritada, Kazdağları’nın yüzde 80’inin madenciler için parsellendiği görülüyor. Bugün turizmin göz bebeği Muğla, Antalya keza aynı durumda. Muhterem Bey bize bunu öneriyor. Hiçbir rahatsızlık duymadan bunu söyleyebiliyor. Ama ağır metallerle ve sülfürik asit sızıntılarıyla dolu milyarlcra ton pasa dağlarını ne yapacağımızı söylemiyor. Milyarlarca ton suyun bu madenlerde kullanılacağını ve zehirleneceğini söylemiyor. Ne diyor, “Nasıl ki çiftçimiz ‘buğdayımız, hayvanımız varken neden ithal ediyoruz’ diye tepki gösteriyor, biz de aynı şekilde ‘altınımız varken neden dışarıdan alalım’ diyoruz.” Böyle diyor Muhterem Bey. Sanırsın tavuk besleyip, tarlaya mısır ekiyorlar. Muhterem Bey, belki farkında değilsiniz ama siz o altını çıkaracağım derken buğday üretecek toprakları, su kaynaklarını ve hayvanların otlayacağı meraları yok ediyorsunuz. Sizin o vahşi madencilik uygulamalarınız yüzünden ülke tarımı, ülkenin su kaynakları, ülkenin havası yani bu ülkenin yaşam kaynakları kuruyor. Bakın Kurşunçalı denilen dağ, Fatsa-Perşembe-Ordu arasında bir yaşam pınarı. Ormanları ve bünyesinden doğan ırmaklar ve derelerle. Çevresinde onlarca köy ve yüz binlerce dönüm fındık bahçesi var. Siz şimdi Kurşunçalı’da “altın çıkaracağız” diyerek önce ormanları keseceksiniz, sonra su kaynaklarını kurutacaksınız ve ardından da kullanacağınız binlerce ton zehirli kimyasalla topraklarını zehirleyeceksiniz. Peki bu insanlar o bölgede nasıl yaşayacak.
Bu sene 45 ton altın üreteceklerini, Merkez Bankası’na satacaklarını ve karşılığında “TL” alacaklarını söylüyor. Yani sanırsın ki bedava veriyor. Ülkemizin ormanları, su kaynakları, tarım alanları, meraları yok ediliyor. Ortaya çıkan sarı metali de yine bize satıyorlar. Buna da sevinmemizi bekliyorlar. Yani o 2,5 milyar doları “TL” olarak alan El Dorada Gold ya da SSR Mining ya da Teck veya Stratex ülkesine TL’yi mi götürüyordur sizce. Yani Amerikalı Teck herhalde Wall Street’te “TL” pazarlıyordur. Ya da İngiliz Stratex ya da Ariana Recources Londra Borsası’nda “TL” üzerinden hisse alım-satımı yapıyorlardır. Kanadalılar ve Avustralyalılar zaten “TL”den başka para tanımazlar. Ya bu kadar mı aptal görülüyoruz. Bir tuşla o “TL” dolara ve sterline dönmüyor mu Muhterem Bey?
13 bin kişiyi istihdam ediyorlarmış. Ben bir örnek vereyim. Fatsa’daki siyanürlü talan ve zehir merkezinde yaklaşık 200 kişi çalıştırıyorlar. Ama 120 bin kişinin hayatını riske atıyorlar. On binlerce fındık çiftçisinin ürününü riske ediyorlar. Sularını riske ediyorlar. Havasını zehirliyorlar. Diğer bütün bölgelerde de durum bundan farklı değil.
Muhterem Bey peki dediğinizi yapalım ve 30-40 yıl Türkiye kendi altınını kendi üretsin. Bütün ormanlarını talan etsin, bütün meralarını kullanılamaz hale getirsin, bütün tarımsal ürünlerini riske atsın, sularını ve havasını zehirlesin. Peki ondan sonra ne olacak. 30-40 yıl sonra ne yapmayı planlıyorsunuz? Yeni bir Türkiye mi buldunuz? Yeni bir dünya mı keşfettiniz de bize sürpriz mi yapacaksınız? Ne yapacaksınız Muhterem Bey size soruyorum.
“Altın üreten firmalarımız kurumlar vergisi mükellefleri arasında ilk otuzda yer alıyor.” Yani yüzde 3 devlet katkı payından daha fazla katkı yapıyorlarmış ekonomiye. Ama Muhterem Bey, devlet katkı paylarının yüzde 40’ını vermediklerini söylemiyor. Ödedikleri katkı paylarını vergiden düştüklerini de söylemiyor. Kredilerden, teşviklerden de hiç söz etmiyor. Bu ülkede yaşayan bütün vatandaşlara ait olan ormanları, meraları, dağları ve bu ülkenin can damarı olan su kaynaklarını babalarının malı gibi nasıl fütursuzca kullandıklarından hiç söz etmiyor.
Türkiye’de kullanılan siyanürün sadece yüzde 3’ü altın madenlerinde kullanılıyormuş. Bu söylemi 20 yıl önce de kullanıyorlardı. Şimdi de aynısını söylüyorlar. 20 yıl önce bir maden şirketi vardı, bugün bu satırlar yazılırken 19 altın madeni işletmesi var. Ama nedense oran hiç değişmiyor. Siyanür kullanıldıktan sonra paramparça ediliyor ve yok ediliyormuş. Peki maden siyanürü yok ediyorsunuz o zehir barajlarını neden inşa ediyorsunuz. Neden milyonlarca litre zehiri bir barajın ardında topluyorsunuz. Profesör İsmail Duman’ın söylediği gibi siyanürlü su arıtılabilir ama siyanürlü çamur arıtılamaz. Bunu da çok iyi biliyorsunuz.
20 yıl geçmiş ve Bergama’da hiç bir zarar ziyan yokmuş. Siz Bergama Muhtarı Mehmet Uslu’yla konuştunuz mu? Bergama Ovacık Köyünde kanser hastalıklarının artmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Siyanürü kafesteki aslana benzetiyor. Kafesten kaçarsa tehlikeli olurmuş. Aslan zaten kafesin dışında Muhterem Bey. Siz o siyanürü milyonlarca ton taş-toprak ve kayanın üzerine açık havada boca ediyorsunuz. Yani aslan dışarıda. Bakın Muhterem Bey, Rıdvan Doruk’un adını duydunuz mu? Gümüşhane’de Yıldız Holding’in Midi Altın Madeni’nde çalışan 31 yaşındaki Rıdvan Doruk, Eylül 2018’de siyanür zehirlenmesi sonucu hayatını kaybetti. Babası Abdurrahman Doruk, adli tıp raporunda, “Kişinin ölümünün siyanür intoksikasyonu sonucu meydana gelmiş olduğu” kanaati olmasına rağmen, yapılan soruşturmada takipsizlik kararı verilmesine isyan ediyor. Bölgede Midi Deresi’nin, Dibekli Deresi’nin zehirlenmesini duydunuz mu? Temmuz 2019’da Harşit Çayı’nda, Temmuz 2020’de Karamustafa Deresi’nde yaşanan toplu balık ölümlerini duydunuz mu? Peki Niğde-Ulukışla-Tepeköy’de tarlalarla çıkan siyanürlü suyu duydunuz mu? Hemde ODTÜ öğretim üyelerinin raporlarıyla belgeli. Aslan dışarıda cirit atıyor Muhterem Bey, siz hangi kafesten söz ediyorsunuz. İnsanlar zehirleniyor ama örtbas ediliyor.
Muhterem Bey, “Siyanürle altın aranmaz” nakaratını da tekrarlıyor. Konuyu detaylı bilmeyen ya da dil sürçmesi nedeniyle bazı insanlarımızın bu ifadeleri kullanmasının üzerine şahin gibi atlayan Muhterem Bey, “Altın üretilmesin, dışarıya paralar ödensin isteyen çevreler bilerek çarpıtıyorlar” diyor. Siyanürün ne kadar zararlı ve öldürücü olduğunu çok iyi bilen Muhterem Bey, bunu vurgulama gereği duyuyor. Peki Muhterem Bey tamam siyanürle altın “aranmıyor” ama cevherden altını “ayrıştırmak” için binlerce ton siyanür, sülfürik asit, nitrik asit, silika kullanılmıyor mu? Yani aranırken zararlı olan siyanür ayrıştırırken zararsız mı oluyor? Ayrıca ben size bir şey daha söyleyeyim, bu maden şirketlerinin bazılarının gözü öylesine kara ki, “yerinde liç” denilen bir sistemi de zaman zaman uyguluyorlar. Özellikle Toroslar gibi zorlu dağlık bölgelerde ulaşılması güç cevherlere “yerinde liç” uygulaması yapılıyor. Yani dağın içinde kanallar açılarak, cevherin olduğu yere, dağın içine siyanür pompalanıyor ve alttan açılan bir başka kanalla da toplayabildikleri kadar cevheri topluyorlar. Tabii bu sistemde fire her zaman fazla oluyor. Artık tonlarca siyanür nereye gider Allah bilir.
Konuşmasının son bölümünde Muhterem Bey çok doğru cümleler kuruyor, “Bu böyle gitmez. Vatandaşları dinlemek zorundayız. Endişelerini gidermek zorundayız. En doğru şey bilime kulak vermektir” diyor. Evet Muhterem Bey bu böyle gitmez, biz de ısrarla bunu söylüyoruz. En doğru şey bilime kulak vermektir.
Şimdi bu noktada Fatsa Belediye Başkanı Sayın İbrahim Ethem Kibar’a da bir paragraf açmak istiyorum. Farklı düşünüyor olabiliriz. Farklı dünya görüşlerimiz de olabilir. İbrahim Bey de Fatsa’nın bir evladı bizler de. Bizden yaşça küçük de olabilir. Kendisine başarılar dileriz. Ancak bizler ısrarla bir şey anlatmaya çalışıyoruz. Burada siyaset yok, burada polemik yaratma derdimiz yok. Sadece Fatsa’mızı, Ordu’muzu, Karadeniz’i ve tabii ki Türkiye’yi koruma çabası var.
Sayın Kibar’ı sadece görüntüsü rahatsız eden o madenin bizi her şeyi rahatsız ediyor. Yukarıda satırlarda ne demek istediğimizi anlattık. Belki Sayın Kibar bugün devletin o kurumlarının, bir noktaya bakar hale getirildiğinin farkında olmayabilir ama Kurşunçalı’ya ÇED onayı veren, Toroslar’a ÇED onayı veren, Murat Dağı’na ÇED onayı veren, Kazdağları’na ÇED onayı veren Sayın Kibar’ın sözünü ettiği o kurumlar. İşte o kurumlar bugün Fatsa’nın, Ordu’nun, Ünye’nin, Perşembe’nin, Mesudiye’nin, köylerine, tarım arazilerine, ormanlarına adına “altın madeni” denilen talan ve zehir merkezlerinin açılması için onay veriyor. Ne yapmamızı bekleniyor? İtiraz etmeyelim mi? Karşı çıkmayalım mı? Fatsa’nın yok edilmesini mi izleyelim? Çocuklarımıza, torunlarımıza gelecekte ne diyeceğiz? Ethem Kibar adında bir başkanımız vardı, sadece görüntüsünden rahatsızdı, biz de sesimizi çıkaramadık mı diyeceğiz.
Sayın Kibar, Ünye’nin yerel bir televizyon kanalında yaptığı konuşmada da Fatsa’daki yüksek katlı binalardan da rahatsızlık duyduğunu ve bundan sonra 10 katın üzerinde binalara izin vermeyeceklerini söylüyor. Peki sayın Kibar 20-30 katlı o ucube binalara kim izin verdi? Fatsa’nın görsel katliamını kim gerçekleştirdi? O zaman o kurumlar yok muydu? Bugün ÇED raporlarının hepsine onay veren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı o zaman da o ucube binalara “olur” verdi ya da sesini çıkarmadı. Bugün İzmir’de çocuklarımıza mezar olan o binaların ruhsatlarını da bu devletin kurumları verdi. Yani kurumlar zaman zaman yanlışlar yapabiliyor Sayın Ethem Kibar.
Sayın Kibar, sizden Ziraat Odası Başkanlığı döneminizdeki duyarlılığı bekliyoruz. Taş ocaklarına karşı doğal su kaynakları ve çevrenin korunması için mücadele ettiğinizi söylüyorsunuz. O taş ocaklarından yüz kat daha zararlı bir madene neden sessiz kalıyorsunuz? Taş ocaklarında siyanür, sülfürik asit ve bilumum kimyasallar kullanılmıyor ama taş ocaklarından çok daha geniş alanda tahribat yapan bu madenlerde üstelik bu zehirli kimyasallar su gibi kullanılıyor.
Bakınız Ethem Bey, o madenin açılması için içindeki milyonlarca canlıyla birlikte bir orman yok edildi zaten. Bunu nasıl görmezsiniz. O siyanür havuzlarına yaklaşan kuşlar ölüyor. Orada su olduğunu zanneden yaban canlıları hayatlarını kaybediyor. Ayrıca o bölgedeki canlıların ihtiyacı olan milyonlarca litre suyu kullanan bir madenden söz ediyoruz. Üstelik şimdi bunun gibi iki maden daha açmak isteyen bir zihniyet.
Sayın Başkan, süreci yakından takip etmek değil artık bir şeyler yapmanız gerekiyor. O sizin ziyaret ettiğiniz ÇED Genel Müdürlüğü ve MAPEG zaten o izinleri veren gözü karalar. Siz bizi değil onları samimi buluyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Evet doğru söylüyorsunuz biz süreci kaşıyan kişileriz ama özel kişiler değiliz. Fatsa’nın, Karadeniz’in Türkiye’nin evlatlarıyız. Biz bu ülkenin ekmeğini yedik, suyunu içtik. Cumhuriyet okullarında bu ülkeye, bu millete, bu devlete faydalı bir birey olmak için eğitim aldık. Sizi ulusal basında yer almak değil, korumakla mükellef olduğunuz Fatsa’nın göz göre göre zehirlenmesi ve fındık bahçelerinin yok edilmesi rahatsız etsin.