FATSA, ORDU, TRABZON BULUŞMALARI (Karadeniz İzlenimleri
Bir düğün vesilesiyle gittiğim Fatsa’dan ayrılacağım gün için bir buluşma düzenledik. Bir yıl öğretmenlik yapabildiğim eski ortaokul, şimdiki öğretmenevinde saat 11.00’de başlayan sohbetimiz üç saatten fazla sürdü. Çoğu eli kalem tutan arkadaşlar içinde Gargalak dergisi çevresi de vardı. Bu bir araya gelişlerin ileriki tarihlerde de tekrarlanması dileğiyle ayrıldık.
Otobüsle Ordu’ya geçtim. Burada da öğretmenevinin bahçesinde gene 10 kişi bir araya geldik. Bir kısmı Akpınar öğretmen okulu mezunu idi. Anıları tazeledik.
Buradan Giresun’a geçecektim. Fakat, geleceğimi önceden haber vermediğim arkadaş köyüne gitmiş, bu nedenle Giresun’u atlayarak Trabzon’a gitmeye karar verdim. Burada beni öğretmen Abdülkadir Tiryakioğlu bekliyordu. Onunla birkaç yıl önce telefonla tanışmış, daha sonra birkaç kez haberleşmiştik. Ankara’ya bir gelişinde evimize de uğramıştı.
“Çağrıldığın yere gitmeye ar eyleme, çağrılmadığın yere gidip de dar eyleme” derler. Trabzon’a gidiş nedenim Abdülkadir’in beni birkaç kez içten gelen davetiydi. Ordu-Trabzon yolculuğu üç buçuk saati buldu. Abdülkadir beni gece yarısına doğru şehir merkezindeki bir noktada otobüsten aldı. Öğretmenevine götürmesi ricama aldırmayarak evine götürdü. Öğretmenlik yıllarımda uzun süre köyden gelen arkadaşları evimizde konuk ederdik. Bir yere gittiğimiz zaman da meslektaşlarımız tarafından evde konuk edilirdik. Ancak bu gelenek artık epey zayıflamış bulunuyor. Ancak çok yakın akrabalar birbirlerine yatıya gidiyor.
Abdülkadir’in dört kat merdivenlerini çıkmakta zorlandığım evine vardığımızda eşi Gönül ve iki erkek evladı bizi bekliyorlardı. Onlarla tanıştık. Gönül, bir şirkette aşçı olarak çalışıyor, her gün araba kullanarak iş yerine gidiyormuş. Çocuklarından birinin tertemiz ve tertipli odasını bana ayırmışlar, banyo yapıp deliksiz bir uykuya daldım. Salon baştan başa camlı raflara sıralanmış kitaplarla dolu. Onunla aramızdaki yakınlığın nedeni böylece anlaşılmış olmalı. Tarih ortak konumuz.
ATATÜRK KÖŞKÜ’NDE
Ertesi sabah kalktığımda Abdülkadir odaya girdi. Önce ayağımdaki çorapları eliyle çıkararak bana yepyeni bir çorap giydirdi. Sonra kahvaltı mı, çorba mı istediğimi sordu. Fark etmediğini söylediğimde evden çıktık, bir sokak aşağıda semt lokantasında çorba içtik. Trabzonlu Ahmet Özeri arayarak memleketinde olduğumu, nereleri görmemi önerdiğini sordum. Atatürk Müzesi ve iki başka müzeyi önerdi. Abdülkadir bir arkadaşını arayarak benimle tanıştırmak istedi. Çok geçmeden Bülent Hakan Altuncu arabasıyla geldi. Birlikte Atatürk Köşküne çıktık. Daha önce Trabzon’dan ilki 1966 olmak üzere birkaç kez geçtiğim halde bu köşkü görmemiştim. Tanıtım levhasında yazılanlara göre köşk Trabzonlu bir Rum zenginine ait iken Yunanistan’la nüfus değişiminden sonra Belediye’ye geçmiş. Atatürk buraya ilk gelişinde köşkte ağırlanmış ve köşk onun malı olarak tescil edilmiş. 1937’de 154 bin dönümlük mülkünü devlete burada bağışlamış. Bu olayın ayrıntısını okumuş ve “Atatürk’ü en en mutlu günü” başlıklı bir yazı ile paylaşmıştım.
Ne var ki, bir ayrıntı dikkatimi çekti. Yazmadan geçmemek gerekir. Atatürk ölünce köşk, kız kardeşi Makbule’nin malı olmuş. Ve Belediye köşkü ondan satın almış! Bedava verdiğin malı para vererek geri almak hoş bir şey olmasa gerek…
Köşkün yanındaki bir pastanenin bahçesinde oturarak sohbet ettik. Hacı hacıyı Mekke’de, kötü kötüyü dakkada bulur demişler. Abdulkadir gibi Doktor Bülent de geniş ufuklu, sanat ve edebiyat meraklısı biri. Kitapları da varmış.
DÜZKÖY YAYLALARINDA
Abdulkadir’in arabasın evinin önüne bırakarak Doktorun arabasıyla Trabzon’dan çıktık. İl merkeziyle neredeyse birleşmiş Akçaabat’ın içinden iç bölgeye doğru yükselmeye başladık. Böylece Düzköy ilçesini de görmüş oldum. Burası düz ise inişli-yokuşlu yerlerin nasıl olduğunu hayal edebilirsiniz! Orta ve Batı Karadeniz arazisi, buraların yanında birer ova sayılır. Sahilden 50 km. kadar 1800 metreyi aşkın yükseklikte yaylalara çıktık. Sislerin içinden geçtik. Haçka Yaylasında bir et lokantasına girdik. Kuzu eti olarak önümüze getirilen eti çiğneyemeyerek bıraktık! Yeniden inişe geçtik. Babası buradaki köylerden birinde öğretmenlik yaptığı zamanlarda Bülent Bey, bu köyde büyümüş. Bize şimdi boş ve kısmen harap olmuş evlerini gösterdi. Bir kahveye uğrayıp köylülerle sohbet etti. Gürgendağı Mahallesinde bir eve uğradık. Burada Fatma Pabuşçu ile annelerinin meyve suyu ikramını aldık. Fatma Hanım, köyünü anlatan bir kitap bastırmış, ondan imzalayarak verdi.
Daha aşağılarda Çayırbağı Mahallesinin Doğankaya semtinde emeklilerin oturmakta olduğu bir kahveye indik. Burası seçimlerde çoğunlukla CHP’ye oy veren az bulunur Trabzon köylerindenmiş. Bu tutumları Ecevit döneminden kalmaymış.
Bu yörede fındık da, çay da yok. Geçimlerini nasıl karşıladıklarını soruyorum. Mısır, patates, fasulye gibi ürünler ancak evin ihtiyaçlarını karşıladığını, köyde her evde en az bir emekli bulunduğunu söylediler.
Değişik bir yoldan Akçaabat’a inerken, Çal Köyünde bir mağaranın önünden geçiyoruz. İçinden bir de dere çıkıyor. Bu yeri görmeye gelenleri ağırlamak için yeme-içme tesisleri kurulmuş. Bir hayli otomobil, yol boyunca sıralanmış.
TRABZON’UN ZİHNİMDEKİ GÖLGESİ
Artık dönüş zamanı. Saat 21.00 için Ankara’ya alınmış biletim var. Trafik yoğunluğundan Akçaabat’a girmekte ve Trabzon içinde yol almakta zorlanıyoruz. Bülent Bey, bizi Abdülkadir’in arabasının yanında bırakıyor. Onunla, Trabzon’un öteki ucunda bulunan otogara 20 dakika önce ulaşıyoruz.
Trabzon çok engebeli bir yerde kurulmuş. Üst üste yapılan taraçalar üzerinde çok katlı yeni apartmanlar sıralanıyor. Kentin ucu bucağı görülmüyor.
Ben ise bütün gün Trabzon Rum İmparatorluğu, Fatih Sultan Mehmet’in askerleri, Rus işgali, Millî Mücadele’de Trabzon muhalefeti, İskele Kâhyası Yahya belası, Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının katledilmesi, bütün Rum nüfusun yerlerini yurtlarını bırakarak vatanlarını terk etmelerinin zihnimde bıraktığı gölgelerle Trabzon’da bir gün geçirdim.