BU KADAR İNSAN İSRAFI YETER!
Bir ülkeyi sönük ve kadük bırakmanın bir yığın yolları vardır.
Ne kadar arzu ederseniz edin; o yollardan yolunuz geçtiyse istenilen noktaya varmanız mümkün değildir.
İstenilen nokta nedir?
Eskilere göre “muasır medeniyet seviyesi”…
Günümüzdeyse “çağdaş uygarlık düzeyi”…
İfadeler, kavramlar zaman içinde değişebilir.
Oysa söylenmek istenen hep aynıdır.
Öyleyse kelimelere takılıp kalmanın bir anlamı yoktur.
Her ikisi de müreffeh bir toplum özlemi için kullanılır.
Şu durumda varmak istenilen noktayı tespit ettiğimiz söylenebilir.
Peki, o noktaya varabiliyor muyuz? Varabildik mi?
Buna “evet” diyebilmek o kadar da kolay değil…
Yaman bir çelişkidir anlatmak istediğim…
Hedef bellidir ama o hedefe varacak yollarda barikatlar, engeller, engebeler hiç eksik olmaz.
En büyük engel de insanımız için kurulan engeldir. Hem de yetişmiş insanımız için…
Siz buna kısaca “insan kaynaklarımız” diyebilirsiniz.
Bunu artık açık-seçik görmek ve konuşmak zorundayız.
Eğer konuşmaz ve bir çözüme varmazsak, bindiğimiz dalı kesmekten başka bir şey olmayacak.
Biz bu kronik ve kangren halini almış hayati yanlışımızı derhal düzeltmek zorundayız.
Aksi halde sürekli kan kaybedeceğiz.
Çocukluğumda duymuştum “beyin göçü” kavramını…
Bu ülkenin kaynaklarıyla yetişen beyinler, nasıl olur da başka ülkelerin istifadesine sunulabilir?
Bir beyin, tam bu topluma faydalı olacakken neden başka diyarlara gider ya da gitmek zorunda kalır?
Ve bundan kim kazanır?
Yok mudur bunun bir çözümü…?
Ben size beyin göçünden daha vahim olanını söyleyeyim.
İki bakanıyla birlikte bir başbakanı astık biz…
Yetmişlerin başında, sonradan suçsuz oldukları anlaşılan üç genci idama gönderdik biz…
“Bir sağdan, bir soldan” saçmalığıyla nice okumuş fidanlarımızı darağacında sallandırdık biz...
Akademisyen, gazeteci, sanatçı, siyasetçi, bürokrat, iş insanı nice değerlerimizi “kim vurduya” getirdik.
1993’de Sivas-Madımak’ta 33 aydınımızı neden yaktığımızı halen dünyaya açıklayabilmiş değiliz.
Komutanlarımız, mühendislerimiz uçaktan düşürüldü.
Kışın ayazında bir dağ başında helikopterden düşürülen siyasetçimizi nasıl unuturuz mesela?
Terörde yaşanan öyle ölümler var ki; bu güne kadar gün yüzüne çıkarılamadı.
Abarttığımı düşünmeyin ama günümüzde bile “Acaba yine benzer olayları yaşayacak mıyız?” endişesini ve travmasını ruhsal olarak hissetmekteyiz.
Bu berbat hissiyatı üzerimizden atabilmiş değiliz.
Size daha acısını söyleyeyim:
Saymaya çalıştığım olayların büyük bir bölümü, aradan yıllar geçmesine rağmen kayıtlara “fail-i meçhul” olarak geçti.
Ne demek fail-i meçhul?
Yani bu katliamları ya da suikastları kimin yaptığı bilinmiyor.
Buna inanmalı mıyız gerçekten?
Gördüğünüz gibi bu ülkenin ufkunu açacak nice insan kaynağımız artık toprağın altında…
Bir kısmı zaten beyin göçünde…
Kalan kısmıysa liyakat-sadakat kıskacında…
Böyle bir tablo karşısında bu ülkenin bir vatandaşı olarak üzülmemek elde midir?
Ülke olarak bu karanlık sokaktan derhal çıkmalıyız.
Bu kadar insan israfı yeter!!
HOŞÇA KALIN..