CEHALETİ Mİ SEVDİK YOKSA?
Yaşadığımız sıkıntıların hangisine bakarsak bakalım; kökeninde ya cehalet vardır ya da kötü niyet…
Cehalet ortadan kalktığında kötü niyetlinin çok da etkili olamayacağı açıktır.
Kötü niyetliyi bilgili ve bilgisiz şeklinde ikiye ayırmak gerekir.
Bilgisiz kötü niyetliye kısa vadede çözüm bulmak zordur.
Ama bilgilisinden korkmakta da yarar vardır.
Her ne olursa olsun ikisinin de yeşereceği yer cehalet bataklığıdır.
Hemen her konuyu, her durumu “kavga” sebebi gören bireyler ve toplumlar, cehaletin pençesinde kıvranmak zorundadır.
Cehaletin neden olduğu bu gerçek, kıyamete kadar değişmeyecektir.
Bir kere şu saçmalıktan vaz geçmek zorundayız:
“Ben böyle düşünüyorum, sen de düşüneceksin.”
Neden? Ve hangi sebeple?
Ya da; “Ben böyle inanıyorum, sen de inanacaksın.”
Ötekinin senin gibi inanmaya ne mecburiyeti var?
Genellikle de onun gibi düşünmeyen veya inanmayan her kim varsa “potansiyel düşmandır” zaten…
Hem de en tehlikelisinden…
O yüzdendir ki; düşmanca tavırlar sergilenir.
O zaman sormak gerekmez mi; “Senin gibi düşünmüyor ve inanmıyorum diye düşman olmak zorunda mıyız?”
Neden insan gibi yaşamayı denemiyoruz?
Bütün dinlerde hoş görü ve adalet vurgusu niye var?
Bütün demokrasilerde başka fikirlere saygı niye var?
Kadim medeniyetler hangi temeller üzerine kurulmuştur?
Düşmanlık üzerinden kim bu güne kadar refahı ve gelişmeyi sağlayabilmiştir?
Kısa vadede görece zaferler kazanmak mümkündür belki ama olayın varacağı yer çıkmaz sokaktır.
Ulaştığımız o adres bir anlamda cehaletin karargâhıdır.
Büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede bir toplum neden okumaz?
Bu alerji niye?
Elin gayr-ı müslimi okuyacak ama sen, ilk emir “oku” olmasına rağmen okumayacaksın.
“İlim, mü’minin yitik malıdır. Onu nerede bulsa almalıdır” diyen bir peygamberin ümmeti olacaksın ama cehaletin dolambaçlı yollarında oyalanıp duracaksın.
Kaldı ki; okumadan haklıyı-haksızı, doğruyu-yanlışı nasıl ayırdedeceksin?
Kendini Müslüman olarak tanımlamanda hiçbir engel yok elbette…
Ama sen, dinini doğru anladığından emin misin?
Konunun inanç boyutunda durumumuz bu…
Gelelim sosyal ve geleneksel boyutuna…
İkili ilişkilerimize, aile ve iş yaşamımıza, çevreye bakışımıza, trafikteki davranışımıza bakalım şimdi…
Bu alanlarda sergilediğimiz kaba, küstah ve öfke dolu halimiz neyin sonucudur acaba?
İlk fırsatta sopaya, silaha, gırtlağa sarılmak cehaletin eseri değilse neyin eseridir?
Madem kadını el üstünde tutan bir kültürden geliyoruz, o halde her yıl yüzlercesi yaşanan kadın cinayetlerini nasıl açıklayacağız?
Ülkenin belli bir bölgesinde de olsa halen yaşanan töre cinayetlerini şimdiye kadar çözebilmiş değiliz.
Kuralları ve kanunları feodal yapının belirlediği bir düzene, bu güne kadar aydınlık ve barış götürebilmiş değiliz.
Haklı ya da haksız, yöneticileri her fırsatta eleştiriyor ve yerden yere vuruyoruz.
Ancak o noktaya gelmemiz halinde, bizim de tıpkı onlar gibi olabileceğimiz ihtimalini görmezden geliyoruz.
Bulduğumuz boşluklardan yararlanma çabası bunun en bariz kanıtıdır.
Oysa bireyin ve toplumun cehaletten kurtulması için izleyeceği rota bellidir.
Bilim, sanat, spor…
Bu sacayaklarını öncelemeden çıkmaz sokaklardan kurtulmak imkânsızdır.
Öyleyse işe şu noktadan başlayabiliriz:
Bu alanlarda dünyanın neresindeyiz?
Bunu anlamadan ve ortaya çıkan gerçekle yüzleşmeden, kralın çıplak olup olmadığını anlayamayız.
Son söz:
Cehaletin yalancı ve sahte konağında otururken, yine cehaletin oluşturduğu bataklığı kurutmak mümkün değildir. Çünki akıl dışıdır.
MUTLU YILLAR!