İNSANI HARCAYAN İNSAN…
Bıkmadık siyasi iklimin hâkim olduğu puslu havalarda birbirimizin gözünü oymaktan...
Usanmadık ufacık bir “hoşgörü” kırıntısının varlığına hasret kalmaktan...
Vazgeçmedik “savunma” ve “saldırı” arasına gerilen yaya taktığımız oklarla güya “ötekini” hedef almaktan...
Oysa ne savunmamız lüzumsuzluktan uzaktı, ne de saldırımız orantısızlıktan…
Ortayı bulamayanların memleketinde uçtan uca savrulup durduk anlamsızca…
Biz de araziye uyum sağladık amiyane tabirle…
Ne olduğunu bile anlayamadan…
Ya kulaktan dolma siparişlerin gazına geldik.
Ya da fikrimizi kabul ettirmenin hırsına kapıldık.
Beceremediğimiz “taraf” olmayı bir çeşit düşmanlık zannettik belli ki…
Fikrimize katılmayanları “hasım” gösteren gözlüğümüzü çıkarmak aklımıza gelmedi çünkü…
Fikir de dâhil tüm ayrılıklarımıza rağmen “bir arada yaşama” kültürüne bir türlü yaklaşamadık.
Veya her nedense o bizden hep uzak durdu.
Kendimize lazım olduğunu düşündüğümüz demokrasinin, başkalarının da ihtiyacı olduğunu niçin anlayamadık biz?
“Bizde olsun ama onda olmasa da olur” hasetliğinden ve bencilliğinden nasıl bir şifa bekledik?
Ve ne hakla bekledik?
Herkesin kendi tezini kahramanca savunduğu “münazara” odasının karanlıklarından kurtulamadık ne yazık ki…
Başka fikirleri dinlemedik.
Dinlediysek de, o esnada kafamızın içinde kendi doğrularımızı nasıl ifade edeceğimizi kurguluyorduk.
Meşguldük yani…
Dinlemeyi beceremediğimiz içindir ki…
Ne; “Şu konuda haklısın” demenin şıklığını yaşayabildik…
Ne de; “Özür dilerim” diyebilmenin erdemini…
Nice tartışmalar bilirim.
Saygı ifadesi olan “Siz” zamiriyle başlayıp, “Sen” zamiriyle noktalanan…
Muhatabımızın zaaflarına bel altı vuruşlar yaparken, benzer saldırılara maruz kalabileceğimizi düşünemedik niyeyse…
Mütekabiliyetten uzak diyarlarda “ayrıcalıklı” gördük kendimizi…
Buna hakkımız yoktu oysa…
Hakkımız olmayan başka denizlere de açıldık biz…
Sanki hakkımızmış gibi vatan sevgisini, inançları, hayat tarzını sorguladık.
Neye göre, kime göre ve hangi sebeple?
Hemen söyleyeyim.
Kafamızın içindeki kalıplara göre elbette…
“Başım ağrıdığında ben bu hapı alıyorum. Sen de al, şıp diye geçer” demekten ne farkı var ki bunun?
Devasa sorunlarımıza bu yöntemle çözüm bulmaya çalışmanın acizliği değilse nedir bu?
Nereden kaynaklandığını bilemediğimiz cesaretli hallerimize de bayılıyorum bu arada…
Küçücük bilgi kırıntılarıyla koca koca laflar ediyoruz.
Bunun bir “yetenek” olduğunu kabul edelim öncelikle…
Fakat yeni öğrendiğim bir deyimle bu son derece lüzumsuz cesaretin mala-davara ne faydası var?
Senin yeteneğin sende kalsın.
İnsanın, insanın sorunlarını çözmeye çalıştığı bir esnada yine insanı harcaması ne garip…
Bilginin, cehaletle savaşı hiç bitmeyecek…
Bilgiden uzak toplumlara bir bakın şöyle…
Düşünme becerisinden uzaktır.
Kavramları doğru kullanmaktan yana yetersizdir.
Kendi daracık dünyasına uymayan bir laf edildiğinde “saldırıya” hazırdır.
Araştırmak-soruşturmak yerine bir şeylerin ya da birilerinin etki alanında kalmak kolayına gelir.
Algılarla yönetilmeye müsaittir.
En kötüsü de halinden memnundur.
Nasıl olsa kendini düşünen, koruyup-kollayan birileri hep vardır(!)
O yüzden de haddinden fazla duygusaldır.
Ya ölesiye sever…
Ya da aynı ilkellikle nefret eder.
Ortası yoktur.
HOŞÇA KALIN...