KİTAP YAZMAK… AMA NASIL?
Geçenlerde bir laf ettim:
“Memlekette okurdan çok yazar varmış… Eğer doğruysa gidişat nereye?”
Sosyal medya hesabımda paylaştığım bu ifadeye çeşitli yorumlar geldi.
Sağ olsunlar; dostlarımız kendilerince konuya katkıda bulundular.
Katkıda bulunmanın ötesine geçen dostlarımız da oldu tabi…
Dediler ki; “Bu konuyu bir iki cümleyle geçiştirme…”
“Ne yapayım peki?”
“Köşende etraflıca ele al…”
“Alırım tabi… Yeter ki siz isteyin.” dedim.
O paylaşımda istedim ki; insanlar konu üzerine kafa yorsunlar.
Özellikle dijital dünyanın “tembellik veren” etkisinden bir nebze olsun kurtulsunlar.
İsteğim bu kadarla sınırlıyken gelen bu tekliften çok memnun olduğumu gizleyemem elbet…
Öyleyse lafı dolandırmadan şu can alıcı sorularla işe başlayalım.
Her aklına esenin kitap yazmaya kalkışması, kültürel bir kalkınmaya işaret eder mi?
Herkes kitap yazabilir mi?
Kaleme alınan her yazı, kitap olmayı hak eder mi?
Kişinin kitap yazabilmesi için ne gibi özellikler taşıması gerekir?
Okul yıllarımda Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun şöyle bir cümle ettiğini duymuştum:
“Bir kitap yazmak için en az yüz kitap okumak lazımdır.”
Yüz kitabı bir dizilim halinde, gözünüzün önüne getirin şöyle…
Bu kritik ifadeyi hiçbir zaman unutamadım.
Dolayısıyla bilginin ocağında yoğurulmadan, kaynakların içinde kaybolmadan yazılacak bir kitabın, gerçek anlamda kitap olacağına inanmadım.
Buna rağmen nasıl oluyor da önüne gelen kitap yazıyor?
Veya kitap yazma cüretinde bulunabiliyor?
Üstelik de doğru-düzgün neşriyatlar okumadan…
Bunun nasıl mümkün olduğunu ben size hemen söyleyeyim…
Anlayış şudur: “Kitap yazmakta ne var ki? Onu ben de yaparım.”
Zaptedilemeyen egodur kişiyi bu maceraya sürükleyen…
Bir noktaya kadar ego olacaktır elbet…
Ama ondan nasıl yararlanacağın, onu nasıl yöneteceğindir önemli olan…
Bir diğer itici güç de şudur:
Gerçek yazarların kitleleri etkileyen durumu ve tartışılmaz saygınlığı…
Özellikle bizim toplumda yeterince kitap okunmasa da, yazarlara gösterilen ilgi en üst düzeydedir.
İşte o ilginin dayanılmaz cazibesi, kişiyi dayanamayacağı imrenme haline taşır.
Onun gibi olmak… Onun gibi itibar görmek… Onun kadar sevilmek…
Ancak bir türlü onun gibi olması mümkün değildir.
Çünki çelişki şudur:
Kişi onun yaptıklarını yapmadan, onun gibi olmak istemektedir.
Açıkçası kişi, tablonun “sükse” kısmına taliptir.
“Çileyi” değil, meyvesini istemektedir.
En büyük sıkıntı da; “hava-civasına” kapıldıkları bu işin aslında bir tutku, sabır ve aşk işi olduğunu görmekten uzak olmalarıdır.
Cin olmadan adam çarpmakla, hiç okumadan kitap yazmak arasında hiçbir fark yoktur.
Daha acısını söyleyeyim size…
Sözüm ona kitap yazmaya çalışanlardan bazıları, hayranı oldukları yazarlardan alıntılar yapmaktadır.
“Çalıntılar” desek daha doğru olur.
Adından söz etmeden… Kendi satırlarıymış gibi…
Yayıncılık dünyasında buna “intihal” deniyor.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde bu kelimenin anlamı “sahtekarlık” ve “hırsızlık” olarak geçmektedir.
Açıkçası konunun ahlaki boyutunda ortaya çıkan manzara iç karartıcıdır.
Emeğe saygısızlık olarak da ele alabileceğimiz bu nahoş hadiselere zaman zaman tanık olmaktayız.
Gördüğünüz gibi kitap yazmayı istemekle iş bitmiyor.
Bol bol okuyarak elde edilecek birikimin yanında sağlam bir karaktere ve yeteneğe de ihtiyaç vardır.
Çünki nice “kitap kurtları” vardır ki; yazmaya ve ifade etmeye sıra gelince son derece yetersizdirler.
Bu açıdan baktığımızda; her yazan okumak zorundadır ama her okuyan yazmak zorunda değildir.
Hiçbir bahaneye sığınmadan okuyanlara selam olsun.
HOŞÇA KALIN