EKSİLİYORUZ…
Bana öyle geliyor ki; bir bir eksiliyoruz.
Zihnimizden, bedenimizden, ruhumuzdan eksiliyoruz.
Sonra…
Çevreden, dostluktan, ilişkilerden eksiliyoruz.
Erdemden, faziletten, bizi biz yapan değerlerden eksiliyoruz bir anlamda…
Her şeyi istiyoruz ama hiçbir şeye kavuşamıyoruz sanki…
Korkarım; arttığımızı düşündüğümüz cephelerde bile eksiliyoruz.
Kavuştuğumuzu sandıklarımız, çok defa tatminsizliğimizin emaresi olabiliyor çünkü...
Hız, haz ve konfor…
Bu üç kavramın ardından amansızca giderken, acaba neleri kaybediyoruz arka bahçemizde?
Düşünmeyi bilmeyen bir zihinle, doğruyu bulmak nasıl mümkün olabilir ki?
Düşünmeyi bilmediğimiz için bireyin ya da toplumun, hangi sıkıntılarla boğuştuğunu bir düşünün bakalım.
Kadına, çocuğa, sağlıkçıya, eğitimciye vs. uygulanan şiddetin arkasında nasıl bir zihin yapısı var?
Vardığımız sonuçların, arka yüzünde hangi sebepler var?
Buna kafa yorduk mu hiç?
Kim, bedenini sevmediğini söyleyebilir?
Ama kim, bedenine yeterince değer verdiğini iddia edebilir?
Sağlık sorunlarımıza bakınca, durumun ne hale geldiği ortada değil mi?
Abarttığımı düşünüyorsanız…
Her geçen gün artış gösteren hasta sayısına bakın…
Yetmezse eczanelerdeki ilaç alımlarına bakın…
Özellikle de ruhsal rahatsızlıklarla ilgili olanına…
Böylece ruhumuzdaki eksilmelere geliyoruz.
Dünyalığını hazır ettikten sonra bile insanların şu cümleyi ifade ettiğini çok duymuşumdur:
“Gece-gündüz demeden çalıştım. Her şeye sahibim. Ama geriye dönüp baktığımda, kendimi iyice ihmal ettiğimi görüyorum.”
Bundan daha muazzam ve talihsiz bir “aldanış” olabilir mi?
O aldanış ki; cebini doldururken, ruhunu boş bırakan insanın tipik bir tezahüründen başkası değil aslında...
En kötüsü de; görece her şeye sahip olduğunda, ruhunun sıkıntısına da çözüm bulacağını zannetmek…
Ya da bunu hiç hesaba katmamak…
Bu tempoda hayatını sürdürenlerin, işin sonunda ellerinde ne kalacağını ben size söyleyeyim…
Koca bir yalnızlık…
Bir başka anlamıyla, “ne ekersen, onu biçersin” sözünün, muhasebe kayıtlarındaki yekûnudur elde kalan…
Sanki çevreden eksilmiyor muyuz?
İklimlerin; eski bonkörlüğünde olmaması bile, insanın aklını başına getiremedi.
Su kaynaklarının, yeşilliklerin, canlı türlerinin azaldığını, yeterince yağmur ve kar yağmadığını gördüğü ve bildiği halde, insanoğlunun kontrolsüz hırsına henüz bir çözüm bulunamadı.
Çözümsüzlüğün; çölleşmeye varacağı güzergâh, tam da burası işte…
Kanunların canını yakarcasına her yeri tar-u mar etmek, insandan başka hangi canlı türünün marifeti olabilirdi ki?
Bu durumda insan; alacağı ödülü mü (!) bekliyor, yoksa ödeyeceği bedeli mi?
Gelelim dostluğa ve ilişkilere…
Kıymeti olan ama yeterince bilinmeyen nice dostluklar, kaygan zeminlerde tutunmaktan aciz kalıyor.
İnsanın, insana hazırladığı bir tuzak mı bu?
Farkında mısınız; her dostluğun bitiminde en fazla zararı, o dostluğa önem ve emek verenler görüyor.
Belki de bu yüzden, eski dostlukları bir mücevher misali, büyük bir özenle yürekte ve zihinde muhafaza etmeye çalışıyoruz.
Ya da yıllanmış dostluklara daha sıkı sarılıyoruz.
Dostluklar ve ilişkiler eksilmese, bu gün bu durumda olur muyduk?
Son olarak…
Başımıza musallat olan şu uğursuz virüs sayesinde endişe ve korku içindeyiz.
Hem kendimiz, hem de yakınlarımız ve sevdiklerimiz için…
Buna rağmen en yakınımızdakileri bile o uğursuza kurban veriyoruz.
Yine eksiliyoruz, yine eksiliyoruz.
Ve ne yazık ki; bu melanetin de arkasında yine insan var.
Velhasıl; günden güne, göz göre göre eksiliyoruz.
Ben derim ki; insanın insanı eksiltmesi, akıl tutulmasından başkası değildir. HOŞÇA KALIN