BİZİM ERCAN GÜNDÜZ’ÜN MERAKINA BAKIN…
Dünyada Ercan kadar doğaya âşık adam bulamazsınız. 50-60 dönüm fındıklığı vardır. Bir kilo sun’i gübre kullanmaz. Fındık ilacı, ısırgan ilacı kullanmaz. Organik tarım yapar. Evinin etrafındaki meyvelere ilaç atmaz, doğal gübre kullanır. Oradan topladığı meyveleri eşe-dosta dağıtır. Hatta sanayideki dükkânın önüne kasalarla koyar, gelen geçen yesin diye…
Hem köyde, hem sanayideki dükkânın önünde köpeği vardır, onları besler. Dükkânın duvarına ekmek koyar, kuşları besler. Köydeki evinin arkasında büyük ormanı vardır, bir dal kestirmez. Arabası varken, gideceği pek çok yere bisikletle giden bir doğaseverdir. Bu sene evin önünde geceleri uğur böceklerini göremediğine “yanar-döner.” Kırlangıçların gelmediğine, eskisi kadar kuşların olmadığını içine dert eden Ercan’ın damarını kesin, içinden kan değil de doğa ve insan sevgisi akar.
İşte bu ERCAN GÜNDÜZ geçen gün bana; “Bu selvi ağaçları neden mezarlığa konur? (Dikilir)” dedi. Ben de ona önce; “İnsanlar ne zaman mezara kondu? Enteresan olan bu…” dedim ve izah etmeye çalıştım.
İlk insanlar avcılıkla ve ağaçlardaki meyveleri yiyerek hayatlarını idame ettiriyorlardı. O günün şartlarında; ya ağaçtan düşüp, ya da avlanma sırasında uçurumdan düşüp ölüyorlardı. Onların cesedini vahşi hayvanlar yiyordu.
Daha sonra insanlar avcılıktan tarıma geçince komünleştiler. Ölülerini yüksek bir yere SAYVAN yapıp uçan kanatlı hayvanlara yemeleri için sundular. (Kızılderililer) Yani uçan hayvanlar yiyince ölünün ruhunun yükseldiğini kabul ettiler.
Hz. Süleyman peygamber zamanında tek tanrılı dinin icaplarına göre ölüler mağaralarda saklanmaya başlandı. Onu Mısırlı Firavunlar takip etti. Tekrar dirilme fikri ortaya çıkınca bu sefer Firavunlarda mumyalama olayı ortaya çıktı. Hatta Fravunlar; atları, eşyalarıyla diri diri yanındaki hizmetçileriyle gömüldüler.
Bu mezar ve mezarlık kavramı hakkında ne Tevrat’ta, ne İncil’de bir bilgi yoktur. Günümüz mezarlık kavramı yalnız Kur’an-ı Kerim’de vardır. Nasıl defin yapılacağı orada gösterilmiştir. (Maide Suresi) Bu da insana olan saygıyı göstermektedir.
Şimdi gelgelelim SERVİ ağacına… Bu ağaç, çok özel bir ağaçtır. Adının mezarlık ağacı olmasının birçok sebebi vardır. Servi ağacının gerçek vatanı; Siyam, Hindistan, oradan İran’ın Zağnos Dağları, Toroslardan İspanya’ya kadar uzanır. Servi ağacı tarım yapılamayan her türlü toprakta yetişir. Sıcağa soğuğa karşı dayanıklıdır. Uzun ömürlüdür. Kırılıp dökülmez. Mezarlıklarda rüzgâra karşı dayanıklıdır. Kendi içinde bulundurduğu elementlerden bir kokusu vardır ve çürümez. Yüzyıllarca yaşadıktan sonra devrilse bile yere yıkılmaz. Gövdesi bir iki asır toprak üzerinde çürümeden kalabilir.
Servi ağacı iki çeşittir. Biri dalları şemsiye gibi olan, altında geniş bir gölge oluşturan servi, biri de yükseldikçe sivrilen ve uzayan servi… Bu sivri servi ağaçları, Pagan dini zamanında yanan bir mumu andırdığı için kutsal bir ağaçtı. Mecusiler tarafından böyle kabul edilirdi.
Müslümanlarsa; bu sivrilen ağaçları Kur’an-ı Kerim’in ilk harfi olan ELİF’e benzetildiği için sevilen bir ağaçtı.
Sonuç olarak; İstanbul’da Karacaahmet ve Eyüp mezarlığında asırlar önce oraya gömülen insanlarda daha önce dikilmiş olup hala dimdik ayakta durmaktadır... deyip Ercan’a izah etmeye çalıştım.