KÖY BİLGELİĞİ DÜŞÜ
Çok uzun yıllar, Türkiye’nin en önemli sorunu köylülüktü. Çünkü nüfusun ezici bir çoğunluğu köylerde yaşıyordu ve köylüler yoksulluk, sömürü ve cehalet içinde yüzüyorlardı.
Devleti yöneten burjuva-bürokrat sınıfının köylülerle ilgili projeleri olmamış değildi. Geçen yüzyılın başından beri, milletin temelini köylülerin oluşturduğunu bilen aydınlar arasında bir köycülük hareketi görüldü. Köye Doğru adını taşıyan dernekler kuruldu. Hatta okullarda Köycülük Kolları bile vardı. Cumhuriyet Hükümetlerinin de köylülüğün sorunlarını dert etmediği söylenemez. Ancak bu konuda oldukça geç kalındığı da bir gerçektir. 1936’da köyde eğitimi yaygınlaştırmak için başlanılan Eğitmen Kursları, 1940’ta İsmail Hakkı Tonguç’un “köyü canlandırmak için” Köy Enstitüleri projesine dönüştüyse de bu girişim de iktidarın gerici kanadı tarafından sonuçsuz bırakıldı. Köylülerin sorunları, öyle Köy Enstitülü öğretmenler tarafından çözümlenemeyecek kadar büyüktü. Ağalık ve tefecilik düzenini yıkmadan, köylüyü özgürleştirecek toprak formu yapmadan, dahası, köylüyü iktidarın ortağı yapmadan sorun çözülemezdi ve çözülemedi.
1960 yılı sonrasında, önce aydınların kafalarındaki zincir kırıldı. Biz okullu gençler artık köyü nasıl kurtaracağımızın düşleriyle öğretmenliğe hazırlanmaya başladık. Önümüzde köylerde özveriyle çalışmakta olan öğretmenler varsa da köyün çehresini değiştirebilen bir örnek yoktu. Evet, hiçbir şey durağan değildi ve köy de teknolojinin Türkiye’ye girmesiyle yavaş yavaş değişiyordu. Ancak bu değişim, köyü kente, kentin ihtiyaçlarına daha çok bağlayan sonuçlar doğuruyordu. Köy daha çok üretirse, kente o kadar bol ürün indirir, erline geçen para ile daha çok alışveriş yapar ve esnafın işleri açılır, devlet de hem doğrudan, hem de vasıtalı vergiler yoluyla daha çok gelir elde ederdi.
İşte bu zaman aralığında (1960’lar), bende bir “Köy Bilgesi” olma hevesi uyandı. Bu henüz romantik bir köycülüktü.
Hayatım köylerde geçmeliydi. Yükseköğrenim yapma hevesine kapılmamalıydım. Tonguç Baba demiyor muydu: “Mezarı köyde olan aydınlar olmadıkça köy kurtulamaz” diye. Köyde görev yapan öğretmenler, kente atanacakları günleri sayıyorlardı.
ZAVALLI KÖYLÜLER!
Zavallı köylüler! Onlar bütün nüfusun yiyeceğini üretiyor, buna karşılık en kötü koşullarda onlar yaşıyorlardı. Askerlik yaparak vatan sınırlarını bekleyenler de onlardı. Köylüler kurtarılmalıydı. Ben kendimi buna adamalıydım!
Köyde yapacağım çalışmaların düşüyle yaşıyordum. Onlara neler söylemeli, güvenlerini nasıl kazanmalı, köyde ne gibi konulara el atmalıydım ki, bu viraneler kısa zamanda yaşanılacak yerler olsun! Köylüler de dünyanın nimetlerinden yararlansın.
Başlangıçta bunun herhangi bir köy olabileceğini hayal ediyordum. Bu nedenle mezun olduğumuzda atanmak istediğimiz üç ili sorduklarında “Urfa, Diyarbakır, Mardin” diye yazdım. Fakat daha atamalar yapılmadan bunun kendi köyüm olmasının bana kolaylıklar sağlayacağını düşündüm ve Bakanlıktan yana yakıla bunu istedim. Ad çekme yoluyla Konya’nın bir köyüne atandım ve orada bir yıl görev yaptım. Hayatın kaya gibi sert gerçekleriyle karşılaşınca köyün çehresini değiştirmenin kolay olmadığını anladım. Köyde ancak birkaç kişi okuma yazma biliyordu. Gece kursuyla ancak birkaçına daha okuma yazmayı öğretebildim. Köy içine diktiğim 40-50 fidanın yazın sulanmadığı için tutmadığını ertesi yıl askerlik dönüşü köye uğradığımda öğrendim. Köy odasında açtığım kitaplık da yok olmuştu.
Benim aklım fikrim gene kendi köyüme atanmaktı. Çünkü burada başladığımız işlerimiz vardı. Bir köy kalkınma Derneği kurmuş, köyde bir Okuma Odası da açmıştık. Fatsa’nın bir başka köyüne atandığım için bu düşüm gerçekleşmedi ama Fatsa’nın bütün köylerini kapsayan bir çalışmaya da sıçradı. Köylerde üretici kooperatifler kurmak, kitaplıklar açmak, köyün sağlık sorunlarıyla ilgilenmek, bütün bu alanlara hükümet yetkililerinin dikkatini çekmek için köylerde açık oturumlar yapmak, örnek muhtarlar seçmek gibi yöntemlere ulaştık. Bütün bu çalışmaları duyurmak ve köylülerin sorunlarını öğrenip yaymak için İleri Köy adında bir gazete çıkarmaya başladık, Fatsa Köycülük Derneği adında bir örgüt de kurduk.
İŞ GİDEREK CİDDİLEŞTİ
Tabii iş giderek ciddileşti ve kendi sorunlarının çözümü için köylüleri harekete geçirmekten başka bir yol olmadığı bilincine ulaştık. Tefeciliğe karşı köy önderlerine imzalattığımız bildiriler yayımlıyor, Türkiye’de ilk köylü yürüyüşünü, ardından köylülerin temel sorunlarına dikkat çekmek için Yoksulluk Yürüyüşü’nü düzenliyorduk. Bu eylemler ülke çapında ses getiriyordu. O zamana kadar hükümet yetkililerince “çalışkan bir öğretmen” olarak takdir görürken, işin rengi değişti ve cezalandırılıp susturma yöntemleri devreye sokuldu.
Bu hayat hikâyemin bazı bölümlerini “Akpınar’da Okurken”, “Akçayazı Öğretmeni” ve “Bir Ömür Böyle Geçti-Türkiye’de İlk Köy Yürüyüşü” adlı kitaplarımda anlattım. Fatsa’daki köycülük çalışmalarını ise “İleri Köy Peşinde (1964-1969)” adlı kitabımda anlatmak iyi olurdu. Epey bir gecikmeyle bu kitap bu ay Literatür Yayıncılıktan piyasaya çıkacak.
Ama benim bir köy bilgesi olma hayalim hiç sönmedi. Nasıl bir hayal? Onu da gelecek yazıya bırakalım.