FATSA’YA DÖNÜŞÜ TARİF EDEBİLİR MİSİN?
Yetmişlerin sonunda bir çocuk, seksenlerin başında bir delikanlıydı...
Ailesinin ve ilkokul öğretmeninin tavsiyelerine, çocuk aklını da katıp yönünü bulmaya çalışıyordu.
İstikbale hazırlanmanın, gelecek planlamasının ne olduğunu bilmeden...
Henüz başlayacak sokak çatışmalarından, Nokta Operasyonu’ndan ve elbette 12 Eylül’de gelecek askeri darbeden habersizce...
Fatsa’nın; kara talihine yanacağı günlerin çok yakında olduğunu ne bilsindi çocuk haliyle...?
Sanki büyükler biliyor muydu?
Otobüslerin Atatürk Parkı’ndan kalktığı, yakıt istasyonunun, ticari taksi ve ciplerin henüz Cumhuriyet Meydanı’nda olduğu yıllardı.
Bu şartlarda fındık çiftçisi bir ailenin ferdi olarak, güvenli bir gelecek için okumak zorundaydı.
Okumak ve “devletin kuyruğuna yapışmak”, o dönemde tüm anne-babaların tek amacıydı.
Gerçi babası; “Seni berber yanına çırak vereyim. Meslek öğrenirsin.” dediyse de o bunu kabul etmemişti.
“Abim okuyorsa, ben de okuyacağım” diye kendince diklenmişti.
Gurur muydu, kıskançlık mı? Çok da umurunda değildi zaten...
Böylece ardına düştüğü abisiyle birlikte Çorum İmam Hatip Lisesi’nin yolunu tuttu.
Daha doğrusu tahsil yapmak için hayatında ilk kez bir başka şehre gidiyordu.
O dönemde “eğitim görmek” yoktu, “tahsil yapmak” vardı.
Abiye sıkı sıkı tembih edilmişti: “Kardeşine göz-kulak ol.” Yani; “Sahip çık...”
O da öyle yapmıştı zaten...
Tahsili boyunca Atatürk Parkı’ndan kalkacak otobüsü beklerken hep garip duygular yaşadı.
Heyecandı, burukluktu ve o anda başlayan hasretti...
Otobüse binmeden çaylar yudumlanırken, babasının o sıcacık, güven veren nasihatleri hiç aklından gitmedi.
Konu başlıkları üç aşağı-beş yukarı şunlardı: “Derslerine iyi çalış... Hocaların ve arkadaşlarınla iyi geçin... Abinin sözünden çıkma...”
Hele de her yolcu etmeye geldiğinde büyükbabasının; “Koltuğunuz teker üstü olmasın” cümlesi unutulacak gibi değildi.
O sözlerde sevgi vardı, şefkat vardı.
Dönemin 302 model otobüslerinde yolculuk etmek, çok rahatsız ediciydi çünkü... Teker üstü daha da rahatsız ediciydi.
Ortaokulu bitirdiğinde; abisi, lise bölümünden mezun olup ayrılacaktı.
On iki yaşında başladığı yatılı okul hayatı, on sekiz yaşına kadar sürecekti.
Çorum’a her vardığında uçsuz bucaksız ovanın, gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisi ona her zaman büyük bir coşku verdi.
Ama hemen ardından içine çöken yalnızlık duygusu yakasını bırakmadı.
Bunu biraz da, şehrin buz gibi soğuk iklimi körüklüyordu.
İki katlı demir ranzalardan oluşan uzun ve geniş koğuşlarda hiç ısınamadı.
Kalorifer yanıyordu ama kendisine hayırı yoktu.
Kalın bir yorgan olsa, belki de üşümeyecekti.
Nevresime geçirilmiş bir ya da iki battaniyeyle ısınması, dolayısıyla uyuması hiç mümkün olmadı.
Okul çıkışı evlerine dönen gündüzlü arkadaşlarına hep imrendi.
Evlerine gidiyorlardı ve sıcacık yataklarında uyuyacaklardı. Ne muazzam konfordu...!
Buna rağmen yaşadığı şehri çok sevmiş ve sağlam dostluklar kurmuştu.
Ona çok şey öğretmiş, çok şey katmıştı o şehir...
Ama özellikle yarı yıl tatillerinde Fatsa’ya dönüş, tarif edilemeyecek kadar muhteşemdi...
Merzifon, Havza, Kavak yolları hiç bitmeyecek gibi gelse de...
Samsun’da denizi gördüğünde mutluluktan sarhoş oluyordu.
Sonra gelsin Çarşamba, Terme, Ünye...
Zaten Fatsa göründüğünde tavan yapan duygularını tarif etmeye imkanı yoktu.
Nasıl olsun ki...?
Aileye, sıcak yer döşeğine, ev yemeğine, memleket kokusuna, candan arkadaşlara ama ille de hamsiye kavuşmayı kim anlatabilmiş ki...?!
Hangi babayiğit, Fatsa’ya dönüşü tam hakkıyla tarif edebilmiş ki...?!
HOŞÇA KALIN, EVDE KALIN...