FATSA’NIN DUYULMAYAN FERYADI...
Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız, beyninizi delen sorulara cevap bulamadan göçüp gidersiniz.
Yapılması ve uygulanması hayal olmayan çözümleri niçin göremediğinizi anlayamadan mezarlıktaki yerinizi alırsınız.
“İyi bir adem miydi?”, yoksa “Orta halli bir beşer miydi?”
İyi olsa ne olur, orta halli olsa ne olur...
Ayrıca konumuz bu değil zaten...
O adem ki; hayatının büyük bir bölümünde yasalar karşısında bile hakir görülmüş ve tası-tarağı toplayıp gitmiştir.
Bahçeler Köyü’ndeki maden sahası bizim için yararlı mıdır, zararlı mıdır?
Bu meselenin lamı cimi var mı?
Aydınlanmayan tek bir boyutu bile kaldı mı?
Birilerine soruyorum:
Bu meselede anlayamadığınız, kavrayamadığınız ne var?
“Birilerine” sözcüğünden sadece şahıslara sorduğum anlaşılmasın.
Vatandaşın en temel hakkı olan yaşam hakkını savunmak ve korumak zorunda olan ilgili kurumlara da soruyorum.
Nasıl bir dünyadır bu? Gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum.
Sanırım bu konuda yalnız değilim...
Yapılan işin zararı ve külfeti bu kadar açık-seçikken...
Meselenin neresi anlaşılamadı ki; ben, yargıyı ikna etmek zorundayım?
Bu tür durumlarda yargının, zaten vatandaşın yanında olması gerekmiyor mu?
Artık geç de olsa şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir:
Sen, devlet olarak benim canımı ve yaşam alanımı hesaba katman gerekirken, nasıl olur da “elin yabancısına” onay verebiliyorsun?
Hangi kanun maddesi sana bu yetkiyi veriyor?
Kaldı ki; benim canımı hiçe sayan bir kanun varsa bile, o kanunun derhal gözden geçirilmesi gerekmez mi?
Bir feryat ki; duyulmuyor.
Yıllar önce bir hukukçudan dinlemiştim:
“Yasalar; devleti vatandaştan koruduğu kadar, vatandaşı da devletten korumalıdır.”
Eğer otoriteden yana “tek taraflı” bir işleyiş gerçeği varsa, o halde bu tablonun uygarlıkla ve demokrasiyle yan yana gelemeyeceği çok nettir.
Bu devlet benim...
Acısıyla tatlısıyla çatısı altında yaşadığım bu devleti ve bu ülkeyi, elbette korumak zorundayım.
Dolayısıyla benim omuzlarımdan kuvvetini alan bu devletin, kiriş ve kolonlarının daha sağlam bir yapıya kavuşmasını istiyorsan yapılacak iş de, alınacak tavır da bellidir.
Aklın gereği de budur.
Nasıl ki; ülke güvenliğinin tehlikeye girdiği gerekçesiyle, Suriye’nin kuzeyindeki çapulcuları kovuyorsan, gözü dönen küresel sermayeye de aynı kapıları gösterebilmelisin.
Eğer ben; doğuda, güneydoğuda ve Suriye’de canımı hiçe sayıp şehit olmayı göze alıyorsam, sen de içerde benim en temel haklarımı korumak ve gözetmekle mükellefsin.
Aksi halde; manevi payesini bir tarafa koyarsak, verilen bu amansız mücadelenin mantığı nerede kalır?
Birçoğumuz bu soruların ve çelişkilerin cevabını ve nedenini öğrenemeden ölüp gideceğiz.
Öte yandan anlamadığım bir başka konu...
İlgili konuda mücadele veren dernekler, oluşumlar, kişiler ya da faaliyetler neden günlük siyaset değirmeninde sorumsuzca öğütülür?
Bir daha soruyorum: Neden?
Mücadele verenler, kendilerini öğütenlerin de hakları için çırpınırken, böylesi hayati bir soruna siyaset penceresinden bakmak niye?
Olanı biteni, çıktıkları tribünde adeta bir şov gibi izleyenler, aynı tehlikenin kendileri için de geçerli olduğunu niçin farketmezler?
Anlamıyorum... Anlamayacağım...
Sanırım bu halimle de terk-i dünya edeceğim.
HOŞÇAKALIN... EVDE KALIN...