YAŞAMAK
Yaşamak nasıl da ciddi bir iş oldu şimdilerde, sanki hep bilinen fakat hiç de görülemeyen onca şey bir bir sıralanıverdi hayatımızda. Öncelikler değişti, zaman dururcasına ve hızlanırcasına boyut değiştirdi. Üstelik tüm olanlar aynı anda ve tüm dünyayla birlikte gerçekleşti. Dünyanın bir ucunda olanların aslında yanıbaşımızda olduğu ve tüm dünyanın bir pamuk ipliği ile birbirine bağlı olduğu gerçeği serildi önümüze.
Çok zor günlerden geçiyoruz. Acının yüzyılını yaşıyoruz. Her gün ölüm haberleriyle uyanıp, kulağımız tetikte bekliyoruz. Düşman kim, nerede belli değil. Hangi yolda, hangi köşede, tehlike nerede, belli değil. Başı, sonu nerede biter bu gidişin belli değil. Zaman bizi nereye götürür belli değil.
İçinde kazanlar kaynayan kuyuların olduğu, koca delikli boşlukların etrafı doldurduğu bir evrendeyiz sanki. Sanki başka bir dünyaya gitmişiz de hesap soruluyor bizden bir bir. Fokur fokur kaynayan kazanların etrafında sıra sıra dizilmişler de biz de unutmuşuz aklımızda kalan ne varsa geçmişe dair. Şaşırıp kalmışız, bir türlü diğer tarafa geçemiyoruz. Hepimiz köprünün alevli tarafında sürekli değişen soruların şaşkınlığında ne yapacağını bilmez, korkulu çocuklara dönmüşüz. Söylediklerinin doğru olduğunu bilen, fakat korktukça şaşıran ve şaşırdıkça yalana sapan insanlara benzemişiz.
Uykumuzda bir yerlere kaçmaya başlamışız. Sonra konuşmak istemiş, konuşmaya çalıştıkça da sesimiz çıkmaz olmuş. Ne kadar bağırmaya çalışsak, o kadar az çıkmış sesimiz. Ne kadar kaçmaya çalışsak ayaklarımız tutmaz olmuş. Gece yarısı, ağzımız kuru bir yudum su aramak için uyanmışız da, yaşadığımızı kabus sanıp geri uyumuşuz. Fakat her gece aynı rüyanın aynı sahnesi tekrarlanır olmuş ve karıştırmışız hangisi rüya hangisi gerçek diye.
Hayat bir su damlası gibi değerli ve bir su damlası gibi kırılgan, yerli yerine oturmayan taşların sıralanmış halidir. Bu taşlar bir yerini bulup oturduğunda aslında zaman denilen mefhum geçmiş bir anı olarak kalır elimizde. Hep bir çabanın ve bitmeyen bir oluş halinin elimizde bıraktığı diken izlerinde, her gün yeniden açan bir gülün pembesinde buluruz kendimizi. O gül ki, goncadan yaprakları solmuş bir güle dönüştüğünde, yılların derin çizgileri de yerleşir gözlerimizdeki mor halkaların üzerine. Ne zamanki hayattan şikayetimiz son bulur, ne zamanki aslında yorgun değilizdir günün saltanatının son bulduğu gecede, işte o zaman yorgun bedenimizin aynada başkalaşan hali belirir gözlerimizde.
Saniyelerin dakikalara, dakikaların saatlere ve saatlerin günlere uzandığı zaman dilimlerinde, hep ayların ve yılların devrilişini beklemek ve o bekleyişte umut etmek gelecek güzel günleri, sadece bir yanılsamanın