12 MART ve MİLLİ ŞAİRİN SON YOLCULUĞU...
Bu milletin en büyük talihsizliklerinden biri de hiç kuşkusuz devletiyle, değerleri arasındaki anlaşılmaz çatışmalar ve ihmaller olmuştur.
Çünkü bu millet, kendi değerlerini koruyup kollayacak, gayesine ve hislerine tercüman olabilecek bir bürokratik kadroya her zaman sahip olamamıştır.
Düşünün bir kere…
Devlet, Türk Milleti’ne ait…
Ama gel gör ki; bu millete ait olan devlet, bazen milletin değerleriyle “didişerek” kime hizmet ettiği belli olmayan bir tablo ortaya koymuştur.
Acıdır... Hazindir... Hayalkırıklığıdır...
Milli Şairimiz M. Akif Ersoy’un cenazesinin nasıl kaldırıldığını tarih sayfaları apaçık yazmıştır.
İstiklal Marşı için teklif edilen ücreti almayan…
Bu şaheseri, şiirlerini topladığı Safahat kitabına koymayan…
“Allah bir daha bu milleti İstiklal Marşı yazmak zorunda bırakmasın” diyen…
“İstiklal Marşı, artık bu milletin malı olmuştur” diyerek büyük bir fazilet örneği sergileyen Milli Şairimiz; yoksulluk ve yalnızlık girdabında bu dünyayı terk etmiştir.
Cenazesinde devlet erkânından tek bir isim bile yoktu.
Adına nice mısralar yazdığı ay yıldızlı bayrak bile ona çok görülmüş ve tabutuna sarılmamıştı.
Naaşı, belediyelerin kimsesizlere yaptığı işlemler kapsamında at arabasına konulmuş ve Beyazıt Camii önüne öylece getirilmişti.
Milli Şair’in cenazesi camiye getirilirken İstanbul Üniversitesi’nde eğitim gören edebiyat, hukuk veya tıp öğrencileri durumu fark etmese, onun Mehmet Akif Ersoy olduğunu kimseler bilemeyecekti.
Bir anda alarma geçen öğrenciler, namaz saatine kadar üniversitenin deposundan bir Türk Bayrağı temin ederek tabutun üzerine örtmüştü.
Hemen ardından çevreye yayılarak cenazeyi herkese duyurmuşlardı.
Bu sayede oluşan yoğun insan kalabalığı eşliğinde Mehmet Akif Ersoy son yolculuğuna uğurlandı.
Ama her nedense cenazesinde devlet yoktu.
Cenazeyi zorunlu olarak camiye getiren belediye görevlisini saymazsak tabi…
Yokluk ve çaresizlikler içinde var olma savaşı veren bu milletin kanını tutuşturan Milli Şairimiz işte böyle yolcu edilmişti.
“Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna Ya Rab; ne güneşler batıyor” diyen bu devasa yürek, ölümü sırasında devlet erkânından ya da protokolünden hiçbir taltif, saygı ve hürmet görmemişti.
1937 yılında hayata veda etmişti ama onu bu hallere reva gören aynı anlayış, devam eden yıllarda da onun hatırasını görmezden gelmiş ve zerre kadar dikkate almamıştı.
Zira ailesi ve çocukları yokluk ve ilgisizlik batağında onun ardından bu dünyayı terk etmişlerdi.
Eğer bazılarının iddia ettiği gibi reankarnasyon denen şey mümkün olsaydı ve Mehmet Akif yeniden dünyaya gelseydi, kendisine ve ailesine reva görülenler karşısında neler yazardı kimbilir…?!!
Bir insan düşünün ki; hayatı boyunca acı içinde acı yaşamış…
Çanakkale ve Kurtuluş savaşı yıllarında bu milletin içine düştüğü durumdan ziyadesiyle acı çekmiş bir insan, daha sonra sürgünlerle, yoklukla ve yalnızlıkla ödüllendirilmiş bir başka acıyı yaşamaya mecbur bırakılmıştı.
O Mehmet Akif ki; kaleme aldığı İstiklal Marşı, Meclis’te tam üç kez okunmuş ve milletvekilleri tarafından çılgınlar gibi ayakta alkışlanmıştı.
Ve aradan geçen yaklaşık 15 yıl sonra hayata veda ettiğinde yanında milletten başka kimseyi bulamamıştı.
O’ndan ve milletten özür dilemesi gerekenlerin, bu büyük hatayı nasıl telafi edeceklerini bilemiyorum.
Ama bir gerçek var ki; bu gün 12 Mart...
İşte bugün; yazdığı İstiklal Marşı’nın mecliste kabul edildiği, milletin beynine, ruhuna ve gönlüne kazındığı tarihtir.
İstiklal Marşımızın kabulünü yürekten kutlarken, haketmediği acılar ve muamelelerle bu dünyadan göçüp giden Milli Şairimize Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun.
HOŞÇAKALIN...