ASLINDA BİZİ BİTİREN ŞEY NE?
Şu hayat ne güzel olurdu, doğru düzgün yaşamayı bilebilseydik…
Zarfa değil de mazrufa bakabilseydik…
Yani zarfın içindekini de görebilseydik…
Ne iyi olurdu, ne güzel olurdu…
Etrafımıza duvarlar örmeseydik mesela…
Ne gerek vardı bir inşaat işçisi misali gereksiz çırpınışlara?
En mutlu olanlar, en güzel duvarları örenler mi şimdi?
Gereksiz yere yormasaydık birbirimizi…
Ayrılıklardaki tansiyonu değil, “birlik olma halinin” ta kendini sevebilseydik.
Sevgiye giden yolun etrafında dönüp dolanırken yönümüzü kaybetmek kime, ne kazandırdı?
“İnsanlar; bize göre şekillenmiyor, yoğrulmuyor” şikayetiyle sergilenen bu “ısrar” nedir Allah aşkına?
Sanki en iyisini biz yapıyormuşuz gibi…
Sanki kusursuzu arayıp, bulma hakkını elde etmişiz gibi…
Gaflet, dalalet ve kendimize ihanet değilse nedir bu?
Sıradan insanlara karşı sergilediğimiz, sıradan tavırlar neyin nesidir acaba?
Sanki sıradan insan varmış gibi…
Sanki her insan ayrı bir dünya değilmiş gibi…
Ve sanki diğerlerinin yanında üstün ve olağanüstü varlıklarmışız gibi…
Yoksa az mı geldi kendimize yaptığımız gurur, kibir ve enaniyet işkencesi?
Madalya diye göğsümüzde taşıdığımız bu kavramların, dehşet veren yıkımlarını ne zaman söküp atacağız?
Tepeden bakan insanların, günün birinde tepeden bakılacak hale geldiğini gördüğümüz halde “burnundan kıl aldırmayanların” ahmaklığı sizin de dikkatinizi çekmiyor mu?
Hep merak etmişimdir.
Bu familyadan gelenler; hayatlarına nasıl bir anlam katabiliyorlar acaba?
Korkarım yalnız kendilerini düşündükleri, konfora ve lükse biat ettikleri bir hayat, bu zavallılar için çok büyük anlamlar ifade ediyor.
Küçücük dünyalara hapsedilen sözde anlamlı ve büyük hayatlar…
Konforun ve lüksün tek başına huzurlu ve mutlu olmaya yeteceğini zannetmek…
Zannetmek diyorum; çünkü…
Bu mantığa göre varlıklılar hep mutlu ve hep huzurlu…
Hangi mutluluk, hangi huzur dünya malıyla orantılıdır?
Son model bir arabayla kaçımız dertleşerek rahatlamıştır?
Kim, yeni aldığı “akıllı evini” karşısına alıp şöyle bir akşamüstü bir şeyler içmiştir?
“Neyleyim köşkü, sarayı… İçinde salınan yar olmayınca…”
Bu dizeler aşkı anlatır belki…
Ama altın kafese konulsa bile bülbülün mutlu olamayacağını da anlatır.
Daha doğrusu insanın yalnızlığını…
Mutsuzluğunu… Huzursuzluğunu anlatır.
Görece başarılar, etiketler, etkileyici makamlar, şan-şöhret, filanca olmak, övgüler almak, banka hesabımızın kabarıklığı vs…
Bütün bunlar “ben”lik olgusunun etrafında pusuya yatmış bazı duyguları tatmin eder belki…
Eder ama bütün bunlar; bülbülün konulduğu altın kafesten başkası değildir aslında…
Biliyoruz ki; altının, birileri için yaptığı muhteşem çağrışımın, bülbülün gözünde pul kadar değeri yoktur.
Zira onun derdi başkadır.
İşte; o derdin gerçekliğini görüp kabul edenler mutluluğun kapısını bulur.
Ve oradan da içeriye girmeye çalışır.
Kim kibrinden ve mağruriyetinden dolayı birilerini “zavallı” görüyorsa bilin ki; en büyük zavallı odur.
Kim zarfın şaşalı görüntüsüne aldanıyor, ancak mazrufu “yok” sayıyorsa, büyük zarardadır.
Ve kendileri olayın farkına varmadıkça, siz onlar için hiç bir şey yapamazsınız.
En yakınınız olsa bile…
O kapıyı kendisi bulmak zorunda…
Şu hayat ne güzel olurdu bir şeylerin farkına varabilseydik...
Pazarlıksız, çıkarsız, endişesiz ve kaygısız görebilseydik birbirimizi…
Ne iyi olurdu… HOŞÇAKALIN