Görüntülenen Sayı: 2342
2803 | Yayım Tarihi: 10 Haziran 2016 Cuma
  • Ana Sayfa
  • Haberler
  •  Spor 
  • Köşe Yazarları
  • Bunları Biliyor musunuz?
  • Vefatlar
  • Güneşlik
  • Dost Siteler
  • Künye
  • İletişim
  • Son Sayı
Ana Sayfa » Köşe Yazıları » KIRK YAMALI BOHÇA (2)

KIRK YAMALI BOHÇA (2)


Facebook'ta Paylaş

     Geçen bölümde “garip misafirlerim”den bahsediyordum. Müsadenizle, kaldığım yerden devam edeyim.

       Cemaat, yatsı namazı için camiye geldiler. Benim “garip” misafirlerim, onları misafirhaneye davet ettiler.

       Anlatabilecekleri pek bir bilgileri yoktu.  Dini bilgilerinin yetersiz oluşu konuşmalarından anlaşılıyordu. Yanlarında Asım Köksal’ın “İslam Tarihi” adlı kitabı vardı ve ondan bölümler okudular. Okumayı bitirdikten sonra içlerinden biri konuşmaya başladı. Anlattıklarına göre:

       Şeyhleri bir gece rüyasında Hz. Peygamberi görmüş. Hz. Peygamber ona;

       “Kalk ve benim sünnetimi insanlara anlat” demiş.

        Konuşmacıya göre, “haftada üç saat; yakın çevresine, ayda üç gün; biraz uzak bir çevreye, yılda bir ay; başka şehirlere ve ömründe üç ay da; başka bir ülkeye tebliğe gitmek bir tarikat mensubunun göreviymiş.”

         Bizim cemaatten birkaç kişi hemen “bu yabancı esrarengiz adamların kim olduklarını, nasıl bir yapı içerisinde bulunduklarını” falan sormadan, kendilerine yapılan “görevlendirme talebi”ne “balıklama” atladılar.

           Ben biraz “meraklı” bir tip olduğumdan, kafamdaki soruların cevaplandırılmasını istiyordum. Öyle hemen bana söylenen fikirlerin üzerine atlayamazdım. Önce ikna olmam ve kafamda oluşan sorulara cevap bulmam gerekirdi.

        Onları “kim oldukları konusunda” sıkıştırıyordum ama hep kaçamak cevap veriyorlardı.


SONUNDA JETON DÜŞÜYOR

        “Ehlisünnetteniz” diyorlar, başka bir şey demiyorlardı.

       Konuşmacı, konuşmasının bir yerinde; “Allah, Turgut Özal’dan razı olsun”  dedi. Hemen bende jeton düştü!
       Konuşmacının bu sözü bana “kim oldukları” konusunda bir fikir vermişti.

        Bunlar, Pakistan kökenli “Tebliğciler” gurubundandılar. Zira, bir dergide daha önce bu tarikatla ilgili bir yazı okumuştum.

       Derginin yazdığına göre bunlar gittikleri ülkelerde, kendilerine rahat bir çalışma ortamı sağlanması için o ülkenin “hükümet ve devlet başkanları”na övgülerini sunuyorlardı.

        Mesela; o zamanki Sovyetlere gidiyorlar, “Allah, Gorbaçoov’dan razı olsun,” şeklinde dualar ediyorlardı.

       Konuşmacının, o zamanki hükümet başkanımız olan “rahmetli Özal”ı övmesi, misafirlerimin “hangi gurup”a ait olduklarını anlamam için bana önemli bir ipucu vermişti. Dedim ki:

       “Size ‘Tebliğciler’mi diyorlar?”

      “Öylemi diyorlar?” diyerek, karşı bir soruyla bana cevap verdi.

      Baktılar ki ben devamlı kendilerini sorguluyorum, haliyle bundan rahatsızlık duydular. Bana, üç gün misafir olacaklarını söyledikleri halde sabahleyin yüklerini tekrar yüklenerek gittiler.

          Ceketleri “kırk parça”dan oluşmaktaydı ya, birkaç gün sonra şehir merkezinde onlardan birini gördüm ve çok şaşırdım. Bu defa benim ‘garip’ misafirim takım elbise giyinmiş; gayet “şık” bir kıyafeti vardı.

      Demek ki, “fakirlikten dolayı yamalı elbise giymiyorlarmış” dedim.

       Şuurlu bir Müslüman’ın hayatında böyle çelişkiler olur mu hiç?

       Bir Müslüman, Allah’a daha yakın olmak için, fakir olmadığı halde “kırk yamalı” bir elbise mi giymesi gerekir?

       Bir Müslüman, “çatal- kaşık” kullandığı zaman Hz. Peygamberin sünnetini ihlal mi etmiş olur?

        Bu “arızalı” anlayışı çürütecek daha birçok soru sormak pekâlâ mümkün ama biz lafı fazla uzatmayalım.

         Hz. Peygamberin, bazı “kişisel olarak, ” sadece kendisini ilgilendiren tercihleri vardı ve bu tercihler hiçbir kimseyi bağlamayan tercihlerdi.

        Birde, Hz. Peygamberin içerisinde yaşadığı toplumun kendine has bir kültür yapısı vardı ve elle yemek, bu toplumun “kültürel” bir özelliğiydi.

       Yani, Araplar ve haliyle bu toplumun bir üyesi olarak Peygamberimiz, yer sofrasında yemek yediler diye biz de hala yer sofrasında mı yemek zorundayız?

        Peygamberimiz “deve”ye bindi diye biz de hala deveye binmeye mecbur muyuz?

        Bir uçağa binmek ve haliyle uçmak da bu anlayışa göre günah sayılabilir.

        “Ahmet Çelebi”yi uçmaya çalıştığı için idam eden bir zihniyetin, bu gün insanların çoğunu idam etmesi veya öldürmesi gerekir ki, bu “abesle iştikal”dir.

         Görüldüğü gibi bazı insanlar, “Allah’ın rızasına ulaşamama kaygısı”yla dini kendilerine zorlaştırmaktadırlar.                 

Yalnızca aboneler yorum yazabilir.

Abone Bilgileri

Abone girişi yapınız
Abone Kodu:
Parola:
Şifrenizi almak için tıklayın

  • Hava Durumu
  • Arşiv


Kaynak: Meteoroloji Genel Müdürlüğü






 Güneş Gazetesi © 2005-2025 Her hakkı saklıdır.