KIRK YAMALI BOHÇA (1)
İlginçtir!.. insanlardan bazıları, muhatap oldukları fikir ve düşüncelerden kolayca etkilenirler. Bu fikir ve düşüncelerin akıl ve mantık dışı “hezeyanlar” olmasına bakmazlar bile.
İnsanların bu zafiyetlerini bilen bazı uyanık kişiler, olanca pervasızlıkları içerisinde insanları yanıltacak “fikir ve düşünceleri” hep kurgularlar.
Günümüzde, özellikle bazı gazetelerde bu tür toplumu yanıltmaya ve yönlendirmeye yönelik yazılara ve yayınlara çokça rastlarız.
Bu tür yazılar ve yayınlar aslında toplum üzerinde “psikolojik bir operasyondur.”
Bu operasyonlar kimi zaman toplumun sosyal ve kültürel yapısı üzerinde, kimi zaman da dini alanda icra edilir.
Mesela; hatırlayanlar bilir; “Ali Kalkancı” olayı din alanında yapılmak istenen bir yanıltma operasyonuydu.
Bu zatın müritleri arasında kamuoyunca yakından bilinen kişiler de vardı.
Bazı iyi niyetli fakat cahil ve saf birçok insan, farkında olmadan bu “harekât”ın gönüllü birer neferleri olabilirler.
Ben burada sizlere “bilinçli ve kasıtlı” olarak kurgulanan ve toplumu yanıltmaya yönelik oluşumlardan bahsetmek istemiyorum.
Ama ben sizlere, “samimiyetle” inanılarak peşinden gidilen “cahilane” hezeyanlardan bahsetmek istiyorum.
Bu fikir, düşünce ve akımlar, insanları kasıtlı olarak “yanıltma” amacı taşımadıkları halde, “samimi fakat cahilane bir karakter arz ederler.”
İşte bu “samimiyetle” ifade edilen “cahilane” fikirler, insanlar üzerinde çok etkili olur.
Diyebiliriz ki etkileme gücü, “bilinçli ve planlı” olarak ortaya konulan düşünce ve hezeyanlardan çok daha güçlüdür.
Samimi bir inançla söylenen sözler hedefine bir “ok” gibi saplanır. Adeta bu fikirlerin bir “büyü”sü vardır.
Çoğu insan bu samimiyete binaen “cahilane” olarak sarf edilmiş düşünce ve hezeyanları, önüne –arkasına bakmadan, akıl ve mantık süzgecinden geçirmeden, olduğu gibi kabullenme eğilimindedirler.
YAŞADIĞIM BİR HADİSE
Bu düşüncemi sizlere daha somut bir şekilde anlatabilmek için bir örnek vermek istiyorum.
1984 yılında Rize’de, bir köy camisinde görev yapmaktaydım. Bir gün dört-beş kişilik bir gurup çıkageldi. Sırtlarında asılı olan yükleri ve yamalı eski-püskü elbiseleriyle bir esrarengizlik seziliyordu hallerinden. Bana içlerinden biri:
“Üç gün biz bu camide senin misafirin olmak istiyoruz. İnsanlara İslam’ı tebliğ etmek istiyoruz. Bu ağır tebliğ işini sadece sizlerin (yani imamların) üzerine yıkmak haksızlık olur” kabilinden bir takım şeyler söyledi.
Hemen hemen Rize’nin tüm köy camilerinin bitişiğinde, köy dışından gelen misafirleri barındırmak amacıyla yapılmış misafirhaneler vardı.
Bu esrarengiz misafirlerin kimlikleri konusundaki şüphelerim vardı kafamda. Bu şüphelerimi izale etmem için birçok soru sormam gerekirdi ama ben, “bir misafir”e karşı böyle sorular sormanın uygun bir davranış olmayacağını düşündüm ve sükût ettim.
Akşam olduğunda kendilerine ait piknik tüpleriyle yemeklerini pişirdiler.
Ben o sıralarda yalnız yaşıyorum ve bu misafirhanede kalıyorum.
Kendi pişirdiğim yemekleri de onlarınkiyle birleştirerek bir yer sofrası kurduk. Kişi sayısına göre kaşık getirdim. Bana:
“Biz kaşık kullanmıyoruz” dediler.
Ben, kısa bir şaşkınlık yaşadıktan sonra:
“neden kaşık kullanmıyorsunuz” diye sordum. Dediler:
“Peygamberimizin sünneti.” Dedim ki:
“Peygamberimiz genelde katı yiyecekler yerdi. Arpa, buğday, hurma gibi… Bu katı yemekler için kaşık gerekmiyordu. Kaldı ki Peygamberimizin “çatal”ı vardı.”
Sadece benim elimde kaşık olduğu halde oturduk sofraya. Tabiî ki ben merak ediyorum; “acaba bunlar, çorbayı nasıl yiyecekler” diye. Hem de “üç parmak”la…
Neyse; başladılar ekmeği bandıra -bandıra yemeye.
Baktım, ekmeği kaşık gibi kullanıyorlardı. Ekmeği çorbanın içine daldırıyorlar, olabildiğince çorbadan ekmeğin üzerine doldurmaya çalışıyorlardı.
Çorbayı, bu şekilde bitirdiler. Tabiî ki ben kaşıkla yemeyi sürdürdüm.
Giydikleri ceketlerin, neden “yamalı” olduklarını soracaktım ki; belki fakirlerdir, uygun olmaz diye soramadım.
Ceketleri, neredeyse “kırk parça yama”dan oluşmaktaydı. Belli ki onu da “sünnet” adına yapıyorlardı.