Şah-mat
Satranç, 64 siyah ve beyaz alan üzerinde 32 figürle oynanan bir strateji oyunu. Ama aynı zamanda bir sanat.Sabit bir alan üzerinde sınırsız ihtimaller söz konusu. Bir hamle yaparken, karşınızdakinin muhtemel hamlelerini hesaba katmak zorundasınız. Müthiş bir zihinsel geçit. İcadı,yöneticilik sanatını öğrenme/öğretme amacına dayanıyor. Kralların, ulema ve hükemanın tecrübe kazandığı bir alan. Hindistan menşeli olan satranç, önce Persler, sonra Araplar arasında yaygınlaşıyor ve Endülüs yoluyla Avrupa’ya yayılıyor. Hz. Ömer döneminde, İslam toplumunda hayli yaygınlık kazandığını biliyoruz. Kumara dönüşmediği ve önemli işlerin önüne geçmediği sürece, zihni kuvvetlendirdiği, mizacı geliştirip, sosyalleşme imkanı sağladığı için tavsiye dahi ediliyor Müslümanlar arasında.Nitekim Evliya Çelebi, Osmanlı şehirlerinin bazılarında, camilerde cemaatin satranç oynadığını yazıyor.
Satrancın usul ve adabını anlatan eserler dahi yazılıyor. Üst düzey görevlilerde aranan nitelikler arasında satranç ustalığı da bulunur.
Endülüs Emevileri kanalıyla Avrupa’ya taşınan satranç, İslam kültürünün parçası sayıldığı için kilise tarafından önce itirazla karşılanıyor.Sonra birtakım değişikliklere uğrayarak yaygınlaşıyor. Vezir yerine kraliçe, fil yerine papaz, at yerine şövalyeye yer veriliyor.
Modern dönemlerde satrançla ilgili en güzel edebi eser,belki de Stefan Zweig’ın Satranç adlı uzun öyküsü. İki farklı beynin stratejik mücadelesini edebi bir dille anlatan Zweig, tek kişinin satrancını da, muhteşem bir betimleme ile tarif ediyor ve insanın kendine karşı oyunu olarak tanımlıyor;
‘Siyah ben olarak yaptığım her hamleden sonra beyaz benin ne yapacağını sabırsızlıkla bekliyordum. Her iki ben de, diğeri hata yaptığında seviniyor ve aynı zamanda kendi beceriksizliğine yanıyordu. Üstelik bu öyle bir deneyimdi ki, aynı beynin aynı anda hem bir şeyler bilmesi, hem de bilmemesi, gibi tuhaf bir durum ortaya çıkıyordu. Satrançta kendine karşı oynamak aslında insanın kendi gölgesinin üzerinden atlamaya çalışması gibi bir paradokstu. . .’
Tarihte satranç zaferinin ödülü, bazen kölelerin özgürlüğü dahi olabiliyordu. Abbasi Halifesi Harun Reşid’in, art arda üç kez kadın köleye yenildiği ve karşılığında bir kölenin özgürlüğünü verdiği biliniyor. İlginç bir başka tarihi rivayette, stranç konusunda dereceleriyle övünen Maverdi’nin, kadın bir kölenin yardımıyla, iki alim arasındaki satranç müsabakasını kazandığı anlatılıyor.
Satranç sadece bir strateji oyunu değil, aynı zamanda maneviyet seyrinde de bir makam levhası. Muhyiddin-i Arabi’nin, talebelerine tasavvuf yolunu öğrettiği Şatranc-ı Urefa, yani Ariflerin Satrancı, 101 kare içine yazılan kelimeler, yılan ve ok temsillerinden oluşuyor. Yılanlar nefsin hallerini, oklar yüksek mertebelere ulaşma aracını temsil ediyor. Her zar, oyuncuyu bir kelimenin üzerine taşıyor. Kelimeyi izah edemeyen oyuncu, ilerleyemiyor. Oyunun nihayetinde, ‘visal’ adı verilen kavuşma noktası var. Bu hedefe ulaşan oyunu kazanıyor, böylece bu süreçte izah ettiği kelimelerle nefsin terfi yollarını öğrenmiş, tecrübe etmiş oluyor. Satranç, kültür tarihinin ilginç bir konusu. Tüm yönleriyle öğretici bir oyun. Pascal’ın dediği gibi, insan zihninin, (hatta ruhunun) jimnastik salonu gibi. . .
Kaynak Kişi: Hümeyra ŞAHİN