BAŞKANLIK SİSTEMİ Mİ? PARLEMENTER SİSTEM Mİ?
Yakında, önümüze “anayasa” oylaması için bir sandık konulacak. Biliyorsunuz bu anayasanın, en önemli maddelerinden birisi “başkanlık” sistemi.
Bize, “parlamenter sistem” mi; yoksa “başkanlık sistemi” mi olsun? diye soracaklar.
Kesinlikle biliyoruz ki; “a partisi”ni tutanların yüzde “doksanbeşi” başkanlık; “b partisi”ni tutanların da yüzde “doksanbeşi” parlamenter sistem diyecek.
Toplumun yüzde “doksanbeş” gibi büyük bir ekseriyeti, tuttuğu parti liderinin ağzından çıkan söze bakarken; yüzde “beş”lik gibi küçük bir grup da, alternatif yazılı ve görsel kaynaklardan, her iki sistemin avantajları ve dezavantajlarını öğrenerek karar verecekleri bir süreç yaşayacak.
Bir taraftan, kendi özgür iradeleriyle karar veren “küçük” bir grup; diğer yanda iradelerini başkalarına teslim eden, “yüzde 95” gibi devasa bir çoğunluk.
Öncelikle kendimize şunu sormalıyız:
Gerçekten bizler, kararlarını “kendi veren” yüzde “beşlik” dilimin içerisinde olabilecekmiyiz? Yoksa; bir yerlerden aldığımız “işarete” göre mi hareket edeceğiz?
Tabi ki buna, başkaları değil bizler karar vereceğiz.
Çoğu insan, bu “başkanlık” sisteminin “artısı nedir, eksisi nedir?” zahmet edip bakmayacak bile.
Unutmayalım! “Kendi düşen ağlamaz” mış...
AVAM MI? HAVAS M I?
Her gün medyada, siyasette, toplumsal hayatta ve hatta; sosyal medyada yüzlerce, binlerce “yargı” cümleleri kuruyoruz.
“Bu doğru, bu yanlış; şu gerçek, şu sahte” derken, “olumlu” veya “olumsuz” bir yargıda bulunmuş oluyoruz.
Acaba;bu yargılarımızdan kaçta kaçı objektif,kaçta kaçı subjektif, kaçta kaçı bilgiye dayalı; hiç düşündük mü?
Amerika’da yapılan bir araştırmada, halkın yüzde “doksanbeş”i medyanın yönlendirmesine maruz kaldığı ifade edilmektedir.
Ancak; halkın yüzde “beş”i “medyanın hipnozundan” kurtulabiliyormuş.
Türkiye’de de, durumun, bundan farklı olduğunu sanmıyorum.
Geçmiş dönemlerde, seçilmiş hükümetlerin devrilmelerine “medya” önayak olmadı mı?
“Manibülatif” haberlerle toplumu yanıltmadı mı?
Bunlar oldu...
Bu “operasyonları” yapmalarına “biz” güç verdik; biz yardım ettik; biz yataklık ettik.
Evet biz; “taşıyıcı anneler” gibi onların fikirlerinin taşıyıcılığını yaptık. Beynimizde taşıdığımız bu “fikir tohumları” nı zamanı geldiğinde “gayrımeşru fikirler” olarak doğımunu gerçekleştirdik.
İşin vahim olan yanı: çoğu insan beyni farkında olmadan başkalarının fikirlerinin “taşıyıcılığını” yapmaktadırlar.
Savunduğumuz fikirler, gerçekten bizim “özbenliğimizden” doğurduğumuz “kendi öz fikirlerimiz” midir? Yoksa; beynimize işlenmiş “virüsler” midir?
İsterseniz, daha da ileri gidelim; başkalarının dolduruşuyla hareket eden “fikir köleleri” miyiz?
Bu soruların cevabını ancak; sen verebilirsin.
Ta çocukluktan başlayarak; yetişkin çağa varıncaya kadar, ana-baba, toplum ve medya tarafından bize sunulan bilgileri hiç bir süzgeçten geçirmeden beynimize girmesine fırsat verirsek, “bilge insan” olma fırsatını hiç bir zaman yakalayamayız. Hayatımız boyunca başkalarının bize “ezberlettikleriyle” yaşamak zorunda kalırız. Her zaman “onun-bunun kullandığı insanlar” oluruz.
Kendimiz olamayız.
“Kendisi olamayan” insan; “hakkaniyet” ölçülerine göre yaşayamaz. “Kendi doğruları”nı oluşturamaz.
Bize ait olmayan fikirleri daha ne kadar taşımak zorundayız? Ne kadar, daha büyütmek ve yaşaatmak zorundayız.
Gerçek şu ki; toplumun bize “ezberlettiği” “her şey” doğru olmayabilir. Hatta bu,” ebeveynimiz” dahi olsa...
Bir insanın kendini “gerçekleştirmesi” amaç olmalı. Hayat anlayışıyla, duruşuyla, düşüncesiyle “özgün” bir insan olmalı.
Kendini gerçekleştiren bu seçkin insanlara eskiler “havas”; sıradan insanlara da “avam” demişlerdir.
Seçim senin...
Neyi seçeceğimize kendimiz karar verme hakkına sahip isek; pek de çaresiz sayılmayız.
KARAMAN OLAYI
Karaman’da, menfur bir olay meydana geldi. Körpe çocuklar, “hastalıklı ruha sahip” bir caninin “tecavüzüne” maruz kaldılar. İnsan onuruna yakışmayan bu durumun sızısını “ta yüreğimin derinliklerinde hissettim.” Eminim sizler de aynı duyguları yaşamışsınızdır.
Bu menfur olaya sebebiyet veren her kimse- şiddetle lanetliyor, hakettiği cezaya çarptırılmasını temenni ediyorum.
Yalnız; faili suçlarken,” genelleme” yaparak çalıştığı kurumu suçlamanın “hakkaniyetle” bağdaşmadığına inanıyorum.
Böyle sapkın kişilikler, her kurumda olabilir. Mesela; daha dün,(Bütün öğretmen arkadaşlarımı tenzih ederek söylüyorum) bir öğretmen, tecavüz suçundan görevinden atıldı. Böyle bir olay için tüm “eğitim camiasını” suçlamak ne derece doğru bir tutum olabilir?
Hatırlarsınız; Özgecan olayından sonra birtakım kişiler dolmuş şöförlerine saldırdılar.
Kendimizi “yakın hissetmediğimiz” kurumlar için” böyle olaylar”ı fırsat bilmek, “asıl olaya” tepkimizdeki “samimiyetin” sorgulanmasına neden olur.
Varsa eğer, kurumun bir ihmali, zaten dava sürecinde ortaya çıkacaktır.