TERÖRÜ BİZ Mİ DAVET ETTİK?
1984 yılında Eruh baskınıyla başlayan ve dönemin Başbakanı rahmetli Turgut Özal’ın “Bir grup çapulcu” değerlendirmesini yaptığı günden bu yana terör belasından başımızı kaldıramıyoruz.
O gün doğanlar bu gün 32 yaşında…
Ve biz terörü konuşmaya devam ediyoruz.
Ne vakit sona ereceğini de kimse bilmiyor aslında…
“Vekâlet savaşları” kavramını Suriye olaylarında sıkça duyduk.
Ancak anlıyoruz ki; Türkiye’ye karşı yapılan vekâlet savaşları 32 yıl önce başlamış…
Diplomatik yönden ve uluslar arası hukuk bakımından her hangi bir “sakatlık” çıkmamasına özen gösteren “sırtlan devletler”, böylece işin kolayını bulmuş oldular.
Müzakere masalarında, şık salonlarda; “Terör konusunda Türkiye’nin yanındayız” diyen ikiyüzlüler, bir terör örgütüne ne lazımsa temin ettiler.
Özellikle terörün yoğun olduğu doğu bölgelerinde istihbarat örgütlerinin ajanlarıyla cirit attığını hepimiz biliyoruz.
Sistemli, planlı ve aşama aşama gidilen bir saldırıyla karşı karşıyayız.
Bütün bunlara şaşırıyor muyuz?
Elbette şaşırmıyoruz.
Düşman, düşmanlığını yapacak...
Hatırımız için düşmanlığını bırakacak değil elbette…
Tüm bunlara rağmen şaşırdığım bir durum var tabi…
İçimizde yaşayan bunca haini biz ne zaman ürettik?
Birileri bunun cevabını kolaylıkla verebilir.
Ama benim için bunu anlayabilmek biraz güç…
Öte yandan mevcut terör süreci, bela olarak değerlendirilse de aslında iyi tarafı da var.
Kimin hain, kimin vatan sevdalısı olduğunu bu dönemde anlamak mümkün…
İşte Türkiye bu avantajı çok iyi değerlendirmeli…
Maazallah bir savaş halinde Mehmetçiğe silah doğrultacak potansiyelde hainimiz var.
Onlar sadece biraz daha zayıf düşmemizi bekliyorlar.
Terör konusunda iktidar, muhalefet, iş dünyası, basın, STK vs. ekseninde yaşanan günü birlik tartışmalara girmenin bir anlamı yok.
Çünkü herkesin kendini kusursuz gördüğü, hep başkalarını yerden yere vurduğu bir kavga, ancak gözü bizde olanların işine yarayacaktır.
Bu kısır döngüden kurtulmak zorundayız.
Fakat Türkiye olarak bu noktaya nasıl geldiğimizi de sık sık irdelemek ve bir sonuca varmak durumundayız.
Şu soruyla başlayabiliriz:
Elli atmış yıldır doğu ve güneydoğu bölgesi devlet ve bürokrasi aklına göre neydi?
Kimse kusura bakmasın…
Biz bu bölgeyi yıllardır “arka bahçemiz” olarak gördük.
O nedenle de…
O bölgede nasıl bir yaşam sürüldüğünü ya görmedik, ya önemsemedik.
Önemsemediğin yer de, gidemediğin yer de senin değildir.
Hep ve daima batıya baktık.
Bu arada doğu tarafını çöp dökülen boş bir arsa olarak kullandık.
Tabi metan gazının biriktiğini fark edemedik.
Sürgün yiyen memuru, yeni mezun olmuş polisi, öğretmeni, doktoru, kaymakamı arka bahçeye gönderdik.
Bu bölgeye gönderdiğimiz memura adeta şu mesajı verdik: “Acemiliğini atlatmak için birkaç yıl doğuda görev yap, tecrübe kazandıktan sonra da batıya gelirsin.”
Devlet gözüyle bunun anlamı şudur:
“Ben doğuya değil, daha çok batıya değer veriyorum.”
Sen devlet olarak misak-ı milli sınırları içinde böylesi bariz ayırımlar yaparsan, coğrafyanın bir tarafını zayıf düşürürsün.
Bu da sırtlanların dikkatini çeker.
“Doğa boşluk kabul etmez” sözünü bilmeyen yoktur.
Sözün özü: Bir devlet, kâğıt üzerinde sıkça kullandığı “adalet” kavramını uygulamalı olarak göstermek zorundadır.
HOŞÇAKALIN