ZÜL-KARN-EYN (Salahiyet)
Şimdi Anlatılanlardan güzel bir kıssa; ‘Hazreti Musa, bir münacatında kendisinden daha bilgili bir insan olup olmadığını Cenâb-ı Hakk’a sorar. Gayesi tefahur değil, sadece o kişiden istifade etmektir. Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’ya, böyle bir kişi olduğunu ve onu görmek için de “Mecmaü’l-Bahreyn”e kadar gitmesini vahyeder. Hazreti Musa emre icabet ederek yanına fetâsını alır ve yola koyulur; bu genç (fetâ), tefsircilerin ittifakıyla Yuşa b. Nun’dur. Yolda büyük bir kayanın yanına varırlar. Orada bir müddet istirahat ederler. Bu arada zembillerindeki ölü balık birden canlanır ve denize dalıverir; derken gözden kaybolur. Demek ki, bulundukları o yerde mânevî ve ayrı bir atmosferin mevcudiyeti söz konusuydu. Orada Cenâb-ı Hak, apaçık Hayy ismiyle mütecellî idi. Aslında makam-ı Hızıriyet, bütünüyle canlılıktır. İhtimal işte o atmosfer içine girince, Hayy isminin fevkalâde tecellîsiyle balık birden canlanmış ve suya dalıverirmişti. Hazreti Musa ile Yuşa b. Nun (aleyhimesselâm) bir müddet yürürler. Kendilerinde bir yorgunluk ve açlık hissettiklerinde Hazreti Musa’nın teklifiyle yemek yemeye karar verirler. O esnada Hazreti Yuşa unuttuğu bir meseleyi, yani balığın canlanıp denize atlayıp gittiğini hatırlayıverir. Daha sonra oranın bir buluşma yeri olduğunu anlayıp geriye dönerler. Hızır’ı (aleyhisselâm) orada duruyor görürler. Kur’ân, onu, kendisine “Ledün ilmi” verilen bir kul olarak anlatır. Hazreti Musa, durumunu ona açar ve kendisine tâbi olmak istediğini söyler. Ancak Hızır (aleyhisselâm), Hazreti Musa’nın kendisiyle yolculuk yapmaya tahammül edemeyeceğini söyler. Peygamber Efendimiz’den şerefsüdur olan hadislerde bu hâdise ile alâkalı tafsilat şöyledir: Hazreti Musa’ya hitaben Hızır şöyle der: “Allah sana bir ilim vermiştir. Onu ben bilemem. Bana verdiği ilmi de sen bilemezsin.” Sonra da denize gagasını daldırıp çıkaran bir kuşu gösterir ve şöyle der: “Yâ Musa! Senin ve benim bildiklerim, Cenâb-ı Hakk’ın ilmine nisbeten, şu kuşun gagasına bulaşan su ile koca okyanusun nispeti gibidir.” Farklı buuddaki o yolculuk sırasında Hazreti Hızır bir gemiyi arızalı hâle getirir, bir çocuğu öldürür ve kendilerine yemek vermeyen insanların bulunduğu yerdeki bir duvarı da düzeltir. Bunlar işin zâhirine göre hep hatadır, bu itibarla da her defasında Hazreti Musa’nın itirazı olur. Ancak ayrılacakları sıradadır ki, Hızır, bu vak’aların iç yüzünü anlatır. Bu yolculuk, her zaman ve devirde yapılması gereken bir yolculuktur. İnanan insanlar sadece zâhirî ilimlerle yetinmemeli, kalb ve ruh dünyalarını işlettirerek ledün ilmine vâkıf olmaya da çalışmalıdırlar. Yolculuk, bir mânâya göre çile ve seyr u sülûkun remzidir. Bu uzun yolculukta her makamın kendine göre şartları vardır ve bunlar ancak erbabınca bilinmektedir. Sahabeden sonra tâbiîn döneminde bu iş hakkıyla yapılmış ve her türlü ilmi elde etme cehdiyle insanlar uzak mesafelere yolculuk yapmış ve at koşturmuşlardır. Aynı hedefe varmak isteyenler, günümüzde de aynı şekilde davranmak zorundadırlar. Demek ki, bu hâdiseden hisse alma kıyamete kadar devam edecek ve her ilim insanı bu hâdiseden kendi seviyesine göre bir mânâ anlayacaktır.’ Bir kere daha tekrar edelim; Zülkarneyn’in kim olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz bir husus varsa, o da onun, bir hakikatin temsilcisi olduğudur. Zaten bizim için mühim olan da böyle bir hakikatin keşfidir. Zülkarneyn, sebeplerle çepeçevre kuşatılmış ve kendisine Cenâb-ı Hak tarafından “müknet” verilmiş bir insandır. Onu, hiçbir hâdise sarsamaz. O, hayatın bütün ünitelerinde tam bir salahiyet sahibidir. İçtimaî hayatı bütün teferruatıyla bilir. Onun iktisadî hayatı ve askerî hayatı da, en az bunlar kadar ileridir. Ve o aynı zamanda, bir ibadet insanıdır. Bu yönüyle de tam bir zâhiddir. Bütün sebepler seferber edilmiş ve onun emrine verilmiştir. Binaenaleyh yerinde irşad ekipleri çıkarır, onları yürütür, yerinde de cihanı fethetmek için hem şarka hem garba seferler tertip eder. Bu yönüyle Hazreti Süleyman’dan Hazreti Ömer’e, ondan da Kanuni Sultan Süleyman’a kadar bu hakikatin temsilcisi olmuş Zülkarneyn’ler söz konusudur. Zira bu hâdiseler, sadece bir devreye ve bir mahalle mahsus hâdiseler değildir. Her devirde ve her yerde olması mümkün hâdiselerdir ve kahramanları da belli şahıslara münhasır olmamalıdır. Belki bu kahramanlar, dünyanın değişik yerlerine serpiştirilmiştir. Hazreti Âdem’den beri devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan her türlü şuurlu bir araya gelmeler bu hakikatin bir parçasıdır ve Cenâb-ı Hak, bu hususu bir sır olarak sürdürmektedir. Hazreti Zülkarneyn’in seddi hakkında da çeşitli rivayetler vardır; bazıları bu seddin, meşhur Çin Seddi olduğunu söyler. Onlara göre bu set, Çinlileri Türklerden korumak için yapılmıştır. Bazılarına göre ise Azerbaycan-Ermenistan arasında Dağıstan’daki Demirkapı seddidir. Belki de bu set, Ural dağlarındaki settir veya hiçbiri değildir de Bering Boğazı’ndaki geçit noktasıdır. Bütün bunlar bizim bilgimiz dışındadır. Bunların ne olup-olmadığını bilmediğimiz gibi, bu seddin keyfiyetini de kesin olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da şudur: Âlemşümul kabul devresi Zülkarneyn’le anlatılmış olmaktadır. O devre, dünya muvazenesinde bir yer almak, sözü dinlenilir bir konumda bulunmak ve daima haksızlığın önünde bir set gibi durmak zamanıdır. Hazreti Musa ile Hazreti Hızır kıssasından pek çok ibretle beraber şu dersi de almalıyız: Bir insan Musa bile olsa, Hızır gibi bir rehberin önünde diz çökmesini bilmeli ve ilmine ilim katmak, seyr ü sülûkunu tamamlamak için talebeliğe can atmalıdır. Bu aynı zamanda tevazu alametidir ki; Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş söz şöyledir: “Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” Zülkarneyn olma; Evvelâ mağarada Ashâb-ı Kehf olmaktan başlar. Bu arada safivetini koruyanlar, ledünniyata sımsıkı bağlı olanlar ve işin başındaki hasbîliklerini sonuna kadar götürenler, fütüvvet erbabıdır ve insanlığın mâkus tali’ini de onlar değiştirecektir. Bağa, bahçeye, mal ve servete takılıp kalanlar, yazlığına kışlık ve kışlığına yazlık eklemeye çalışanlar ve en kıymetli sermayeleri olan ömürlerini böyle lüzumsuz arzu ve isteklerin arkasında koşarak tüketenlerin ise Zülkarneyn olmaya hakları ve liyakatleri yoktur. Bugün yeryüzü, Zülkarneyn ile temsil edilen hakikatin günümüzdeki mümessillerine muhtaçtır. Ülkemizin, dünya muvazenesinde bir yer alması, sözü dinlenilir bir konumda bulunması ve daima haksızlığın önünde bir set gibi durması milletimiz için bir hedef olmalıdır. Hadis-i şeriflerde Cuma günü Kehf Sûresi’nin başından (bir rivayette sonundan) on ayet okumanın Deccal fitnesine karşı kalkan olacağı ifade edilmektedir. İnsan, bu sûrede anlatılan -Ashab-ı Kehf’in harika şekilde korunması gibi- ilahî icraâtıdüşünerek ayet-i kerimeleri tilavet edip O’nun inayet ve riayetine çağrıda bulunursa, inşaallah âhir zaman fitnelerinden muhafaza olur.! Hayırlı Cumalar Dilerim