DERDİM ÇOKTUR HANGİSİNE YANAYIM?
Derdim bir değil, iki değil. Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa benim derdim yazılamaz. Yani o kadar büyük ve o kadar çok! Ülkemizde işler ve anlayışlar neden bu kadar Arapsaçına döndü? Gerçek ve sağduyu beyinlerden sürülüp çıkarılmış, yerini komplo teorileri almış. Yalanın bini bir para. Bunlarla hükümet ediliyor, bunlarla muhalefet yapanlar az değil.
Eskiden beri mi böyleydik? Böyle idi de ben mi yeni farkına vardım? Hayretten ağzım acık kalıyor.
Bir ülkenin halkını siyaseten kazanmak için onun geçim sorunlarıyla ilgilenmek gerektiğini, bayrak ve Onuncu Yıl Marşı’nın bunun için yetersiz kalacağını yazıp durdum. Anlamayanlar çoğunlukta! Siyasetin bu en temel gerçeğini anlamayan ve kentlerde kendileri için ördükleri kozalarından çıkamayan aydınlara ben daha neyi, nasıl anlatabilirim?
Cumhurbaşkanı olması halinde toplumumuzu derin bir bölünme ve dış politikada felaket üstüne felaketlerin beklediği bir başbakanın karşısına milletin geniş kesimlerinin desteğini alabilecek, onun gibi yolsuzluklara batmamış, milleti bölmeyecek, kimsenin dinine, mezhebine karışmayacak, ağırbaşlı bir bilim adamı çıkartıldı. Bir takım çevreler, hemen vaveylayı bastı. Onun Kahire doğumlu olmasını, bir Arap Üniversitesine devam etmiş olmasını, İslam İşbirliği Örgütünde genel sekreterlik yapmış olmasını gerekçe göstererek reddettiler. Her Müslüman’ın şeriatçı olduğunu sanıyorlar. Bir Müslüman toplumunda Müslümanlıktan yılandan korkar gibi ürküntüye kapılan bir anlayış, Tayyip Erdoğan’a cumhurbaşkanlığını altın tepsi içinde sundu. Bu nasıl bir siyasi akıl ve izandır? Bu durumu görüp dertlenmemek elde mi?
Şimdi devletin başında bulunan kişinin üst üste kazandığı seçimlerden başı dönerek gurura kapıldığını, toplumu ve devleti tek başına yeniden ve kötü bir tarzda biçimlendirmeye çalıştığını anlatıp durdum. Üstüne üstlük, boğazına kadar yolsuzluklara batmış, kendisinden hesap sorulmasını önlemek için polisi, jandarmayı, adliyeyi, basını devreye sokan bir kişiye oy vermenin onun ve ülkenin felaketine ortak olma anlamına geleceğini yazıp söyledim. Bunu kendi köylülerime bile anlatamadım. Benim fukara halkım. Ne kadar az şeyle yetiniyor! Resmin her tarafını göremiyor. ''Çalıyorlar ama çalışıyorlar'' diyen çok insan var. Ben dertlenmeyeyim de kimler dertlensin?
Profesör unvanını taşıyan bir başbakanın meydanlarda seçmenler elinin altından kaçmasınlar diye gırtlağı yırtılırcasına bağırmasının, milletin içine korku salmasının, çareyi dine sığınmakta bulmasının hiç yakışık almadığını, bunun milleti fena halde böldüğünü, ülkeyi felakete sürükleyeceğini, kendisi için de iyi olmayacağını yazıyorum. O, bildiğini okumaya devam ediyor. Bir insan, seçim kazanmak için bu kadar düzey kaybedebilir mi?
Ülkemizin toprak bütünlüğünü ve milli birliğini koruyup pekiştirmek dururken komşu ülkelere çeki düzen vermeye kalkışmanın hem yakışıksız hem zararlı olduğunu anlatıp duruyorum. Kendi çıkarlarını emperyalist ülkelerin çıkarlarıyla bir görerek ülkeyi savaşa sokmanın yaratacağı sonuçları Birinci Dünya Savaşı’ndan örnek vererek anlatmaya çalışıyorum. Buna rağmen hükümeti elinde tutan parti, gerici bir mezhepçilikle bu konudaki faaliyetine devam ediyor ve ancak Batı’nın işaretiyle adımlarını yavaşlatmak zorunda kalıyor. Bazı aklı evveller de bu hükümetin kötü yaptığını ama İttihat ve Terakki’nin ülkeyi savaşa sokmasının zorunlu olduğunu savunuyorlar. İki tarafa da derdimi anlatamıyorum. Ne kadar talihsiz bir insanım!
Kürt sorununun bir dış ülke tarafından, ülkemizin bölünmesi amacıyla yaratılmış olmadığını, bunun çağımızda başka birçok ülkede de görülen artık önlenemeyecek bir kimlik talebinden ileri geldiğini, bu sorunun görmezlikten gelinemeyeceğini, barışçı yollarla ve hakkaniyet ölçüleri içinde çözülmesi gerektiğini yazıp söylüyorum. Mektep medrese görmüş, mürekkep yalamış bir takım insanlar kat’iyyen anlamıyorlar! Gördüğünüz gibi benim derdim, ülkemizin dertleri gibi büyük. Ben üzülmeyeyim de kimler üzülsün?
Bütün insanları kardeş bilen ve herkesin hakkını teslim eden biri olarak Kıbrıs'ta Türk ve Rumların aynı devlet çatısı altında, eşit şartlar altında yaşaması gerektiğini yazdım. Yunus Emre'nin "Sen kendine ne sanırsan ayrığa da onu san/ Dört kitabın manası budur eğer var ise" diyen bilgeliğinden zerrece nasibi olmayanlar "Ne münasebet, Rumlar kahpedir. Kıbrıslı Türkler Türkiye'den yönetilmelidir" dediler. Ermenilerin 1915'te yaşadıkları acıyı da anlamadılar. Başka halkların dertlerini dert edinmeyenlerin kendi halkına da acımayacağı açık iken, kötü ben oldum!
Anlaşılan, bana sesimi bütün ülkeye duyurabilmek için Ağrı dağı kadar yüksek bir kürsü ve sesimi bütün millete yayacak kadar güçlü bir mikrofon lazım. Fakat yazdıklarım çok çok birkaç yüz kişiye ulaşabiliyor. Onların çoğunun da bana hak verdiği söylenemez. Batıl itikatlar gibi, yanlış siyasi şartlanmalar her yerde hükmünü sürdürüyor. Bir doğrunun üstüne üç yanlış çullanıyor. Doğal, yalın, gerçek düşünceler itibar görmüyor. Yalan, gerçeği görünmez hale getirmek için kentlerin alanlarından, televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından koyu dumanını her yana salıyor. Ben dertlenmeyeyim de kim dertlensin?
Yılda 16 kişiye bir kitap düşmesine bakarak nasıl kahretmeyeyim? Ben gene de suya hasret şerha şerha yarılmış topraklarda inatçı çiçeklerin açacağına inanarak umutlu olmalıyım.
Benim derdim çok, her gün hangisine yanacağımı ben de şaşırdım…