NEDEN BU KADAR BAĞIRIYORLAR?
Türkiye’nin meydanları bir kez daha şenlendi. “Tarafsız” alacağına yemin etmiş cumhurbaşkanı da içinde olmak üzere parti liderleri iktidar için kitlelerden oy istiyor. Bunların içinden ikisi var ki, bu bir ölüm kalım mücadelesiymiş yek avaz gibi gırtlaklarını yırtarcasına bağırıyorlar.
Doğrudur, bu seçimler siyasi olarak iktidarın bir ölüm kalım mücadelesi haline gelmiştir. Elde Kur’an, dilde Kâbe, meydan meydan gezmelerinin, iktidarı ellerinden almak isteyenlere iftiralar yağdırmalarının nedeni budur. Çareleri tükenmek üzeredir.
Konuya biraz daha derinden bakalım: Bir toplumu yönetme hakkı kimindir? Temel gerçek, toplumun sınıflara ayrılması olduğuna göre, hangi sınıf daha kalabalıksa onların hakkı değil mi? Bir konu çiziniz ve bunu yatay olarak beş eşit parçaya bölünüz. Toplumu bu koninin tepesinde bulunan bir parça yönetiyor. Ne kadar azınlıktalar değil mi?
Bunlar, sırtını uluslararası sermayeye dayamış 90 yıldır hayal bile edemeyecekleri devlet mekanizmasını ele geçirmiş bir (yeni) zenginler sınıfıdır. Bu sınıfın sözcüleri, önce halkın Haziran Direnişinden paniğe kapıldılar. Bu direnişe takmadıkları kulp kalmadı. Eğer kendileri beğenilmiyorsa genel seçimlerin beklenmesini, iradelerin sandıkta beyan edilmesini istediler. Çünkü ilerideki bir seçimde sandıktan gene kendileri çıkacaklarına inandılar. Çünkü bu sonucu sağlayacak bütün düzenekler kurulmuştur. Halkın tercihini biçimlendiren basın yayın organlarının çoğu ellerinin altındadır. Yargı bile onların istediği gibi hükümler vermektedir. Büyük sermayeler toplamışlar, besleme bir basın yaratmışlar, adaleti çürütmüşlerdir. Yaptıkları yolsuzluklar borularını patlatan lağım suları gibi sokaklardan akmıştır. Barajlar konulmuş seçim yasaları bile onların çıkarlarına göre düzenlenmiştir. Bunun hesabını vermek kolay olmayacaktır. Ateş bacayı sarmıştır! Nasırlarına basılmış gibi canhıraş bir sesle bağırmalarının nedeni budur. İş adamı Ethem Sancak’ın durup dururken üslupsuz bir biçimde cumhurbaşkanına aşkını ilan etmesi nedensiz değildir.
Esasına bakılırsa, toplumları yönetme hakkı, kendini hiçbir zaman seçimlere bağlamayan kudret sahiplerinin olmuştur. Baktılar ki sandık kendileri için tehlike çanları çalıyor, B planını devreye sokarlar. Seçimleri ertelemeler ve başka hileler sırada beklemektedir. Çok sıkıştıklarında askeri darbelerden bile medet umabilirler.
MAL CANIN YONGASIDIR
Eğer emekçiler, parti kurarak seçimlere girip kendilerini göstermek isterlerse hâkim sınıflar elbirliği ile bu partileri kanun dışı ilan ederler, kendi sömürülerini güvence altına alırlardı. Parti kurmak, seçime girmek, olsa olsa zenginlerin hakkıydı. Emekçiler, ancak hâkim sınıflar arasındaki çatlaklardan yararlanarak bunlardan birinin partisine birine oy verebilirlerdi.
Günümüzde iktidar mücadelesi, seçimler de içinde olmak üzere daha ince yöntemlerle yapılmaktadır. Halk kitleleri yüzlerce yıllık mücadele ile oy hakkını kazanmışlardır ama bu sefer de sandıktan emekçi sınıfların çıkmaması için bütün önlemler alınmıştır.
Emekçi sınıfların örgütlenme haklarının bulunduğu günümüzde iktidar neden hâlâ zenginlerin bir kesiminin elinde bulunuyor? Emekçilerin partileri neden sandıktan çıkamıyor? Nüfusun yüzde sekseni, doksanı neden kendi temsilcileri tarafından değil de servet sahiplerinin ve onların sözcüsü politikacılar eliyle yönetiliyor?
Bunun nedeni, seçim kampanyalarının büyük paraları zorunlu kılmasıdır. En etkili propaganda araçları olan radyo, televizyon ve gazeteler zenginlerin elindedir. Bu araçlar halka, seçimlerde kimleri tercih etmesi gerektiğini anlatmaktadır. Yaygın parti örgütleri kurmak ve bunları ayakta tutmak, büyük çapta seçim kampanyaları düzenlemek kolay değildir. Halkın gönüllü öncüleri bağışlarıyla bir gazete veya televizyon yaratsa bile, bunları yaşatmak büyük özveri istemekte, buna karşılık birçok gazete veya televizyon sermaye grupları tarafından kısa sürede yaratılabilmekte veya el değiştirmektedir.
Hâkim sınıflar genellikle sandıktan korkmazlar. Çünkü sandığın, istedikleri sonucu vermesi için bütün önlemleri alırlar. Onların asıl korktukları, bentlerini yıkan bir sel gibi halkın birleşik ve bilinçli gücünün harekete geçmesidir. “Demokrasi” kavramı “halk” kavramıyla doğrudan ilişkilidir. En üstün demokrasi, halk kitlelerinin bizzat harekete geçerek kazandıkları demokrasidir.
HİÇ BİR ADIMI KÜÇÜMSEMEMELİ
Türkiye halkına gelince: Halk hareketi, ilk büyük zaferini 23 Temmuz 1908 İkinci Meşrutiyet hareketiyle kazandı. İkinci büyük zafer 1922’de bir millî devrimle sonuçlandı. 27 Mayıs, Türkiye’ye en demokratik anayasasını kazandırdı. İşçiler, gençler, memurlar, öğretmenler daha sonra büyük halk hareketleri yarattılar fakat her seferinde hâkim sınıflar tarafından hunharca bastırıldılar. Ülke uzun yıllar sıkıyönetimlerle, Olağanüstü Hal’lerle yönetildi. Devrimci partiler, halk örgütleri kapatıldı. Hâkim sınıflar, işlerine geldiği zaman kaba güce başvurdular, işlerine geldikleri zaman da sahtekârca “İşte sandık, seçime gir, kazanırsan ülkeyi sen yönetirsin” dediler.
Burjuvazi öyle “Emekçiler seçim kazandı, bölüşümün hakkaniyetle olmalarını istiyorlar, ne yapalım kaderimizmiş” deyip seçim sonucuna da razı olacak değildir. 7 Haziran seçimleri sonrasında cumhurbaşkanının hükümet kurma görevini azınlıkta da kalsa yalnız kendi partisine vereceği, diğer partilere hükümet kurdurmayacağı ve yeni seçimler için Meclis’i feshedeceği senaryoları da dayanaksız değildir.
7 Haziran seçim sonuçları, hiçbir şeyin sonu olmayacak, ancak halk iktidarına doğru atılmış bir adım olabilecektir. Bu kavga esaslı bir biçimde ancak çalışan sınıfların tam olarak iktidara yerleşmesiyle sonuçlanabilir. Oraya doğru giderken atılmış hiçbir adımı da küçümsememeli…