ULUSAL EGEMENLİK DUYGULARI
23 Nisan Ulusal Egemenlik (ve çocuk) Bayramında düşünmemiz gereken, çalışan sınıfların iktidar yolunu aramaktır. Ancak bu sınıflardan oluşan bir Meclistir ki hem bağımsızlığın, hem de iç barışın güvencesi olabilir. Gerisi, karın doyurmayan hamasi nutuklardan ileri gidemez.
Türkiye’de ilk millî bayram, İkinci Meşrutiyet’in 1908’de ilan edildiği 10 Temmuz idi. 1917’de yapılan takvim uyarlaması sonucu bu tarih 23 Temmuz’la değiştirildi. Osmanlı halkları İkinci Abdülhamid’in 33 yıl süren zorba iktidarından o kadar çekmişlerdi ki, Anayasa’nın yeniden ilan edildiği 23 Temmuz’u bayram olarak ilan ettiler. Günlerce, aylarca her yerde coşkun kutlamalar yaptılar.
Mütareke döneminde Türkiye’nin tek millî bayramı hâlâ 23 Temmuz Hürriyet Bayramı idi. Millet, bu kez de geçmiş İttihat ve Terakki’nin hürriyetleri yok eden ve ülkeye felakete sürükleyen politikalarından ötürü “Ne umduk, ne bulduk!” diye hayıflansa da bu bayramı kutluyordu. Hatta Erzurum Kongresi’nin açılışının 23 Temmuz’a getirilmesi, bu nedenledir.
İkinci millî bayram, henüz önünde “Türkiye” sözcüğü olmayan Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü olan 23 Nisan 1920’dir. O gün, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın genelgesiyle bütün yurtta törenlerle kutlandı. Bu büyük bir gündü ve milletin önünde yeni bir sayfa açıyordu. Bunu bilen Meclis, 23 Nisan’ı ilk yıl dönümünde, 21 Nisan 1921 günü “Hâkimiyeti Milliye Bayramı” ilan etti: 23 Temmuz “Önemli bir gün” statüsüne indiyse de birkaç yıl daha resmî törenler hatırlandı.
Amacım, millî günlerde, onların önemini anlatan bilgilerle örülmüş sıradan bir yazı yazmak değil. “Millî Hâkimiyet (Ulusal egemenlik)” kavramı üzerinde bir nebze durmaktır.
Bazılarının zannettiği gibi Türkiye’de ulusal egemenliğin anlamı, egemenliği Tanrı’nın elinden alarak yeryüzüne indirmek değildir. Egemenliğin padişahtan alınarak milletin seçilmiş temsilcilerine aktarılması da değildir. Çünkü egemenlik zaten hiçbir zaman ruhban sınıfının elinde olmamıştı. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla da padişahın yetkileri nerdeyse İngiliz kralının yetkileriyle sınırlanmıştı.
MİLLÎ HAKİMİYET HANGİ İHTİYAÇTAN DOĞDU?
Türkiye’de “millî hâkimiyet” kavramı, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin kaderine hangi kuvvetlerin karar vereceği ile ilgili bir sorudan çıkmıştır. Bu tarihte bu kaderi belirleyecek iki adres vardı: Bunlardan birincisi Savaştan galip çıkan İtilaf Devletlerinin Paris’te topladığı kongre, ikincisi ise, millet temsilcileri idi. İstanbul’daki Damat Ferit Paşa hükümetleri, gözlerini Paris’e dikmişlerdi. Oraya heyetler gönderip Osmanlı Devletinin yaşatılması yolunda ricalarda bulunuyorlarsa da İtilaf devletlerinin Türkiye’yi parçalamaya ve milleti esaret altına almaya niyetli olduğu görülüyordu. 21 Haziran 1919’da yayımlanan Amasya genelgesinin “Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını gene milletin kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır” cümleleriyle başlaması, tam da bunu ifade etmektedir. Genelgenin “Yurtta en güvenilir yer olan Sivas’ta millî bir kongre toplanmalıdır” cümlesiyle devam etmesi, “neden, kime karşı ve kiminle millî hâkimiyet?” sorularının tümüne yanıt vermektedir.
Demek ki benzer durumda olan bazı başka ülkeler gibi Türkiye’de millî hâkimiyet, emperyalist hâkimiyetten kurtulmanın çaresidir ve bunu da emperyalizmin sözünün geçmeyeceği millet temsilcileri gerçekleştirecektir.
Gerçekten de, Erzurum, Sivas, Balıkesir, Alaşehir, Nazilli kongreleriyle, Müdafaai Hukuk dernekleriyle millet, bağımsızlık isteğini ortaya koymuştur. Sivas Kongresi günlerinde fiili bir direniş yaparak Damat Ferit Hükümetini ülkeyi yönetemez bir durumla sokmuştur. Bunun üzerine Kuvayı Milliye ile uzlaşan Ali Rıza Paşa Hükümeti, seçimlerin yenilenerek Meclis-i Mebusanın açılmasına karar vermiştir. 1920 başlarında İstanbul’da toplanan bu son Osmanlı Meclisi, millî iradeyi ve milli hâkimiyeti temsil ediyordu. Misak-ı Millî bildirisini yayımlayarak bu iradesini de ortaya koydu. Bu iradenin emperyalizmi hedef aldığı ve emperyalizmin millî iradeye tahammülü olmadığı, bu Meclis’in İngilizler tarafından basılması ve bazı mebusların Malta’ya götürülmesi de göstermektedir.
s Bu Meclis, Anadolu’da yapılan yeni seçimlerle tamamlandı. 23 Nisan 1920’de Sivas gibi düşmanın erişemeyeceği bir yer olan Ankara’da açıldı.
TÜRKİYE’NİN EN DEMOKRATİK MECLİSİ
Bu Meclis’te Hıristiyanlar yoktur. Müslüman olarak Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar vardır. Siyasi ve sosyolojik anlamda “millet” sözcüğü bütün bu unsurları kapsamaktadır. Gene bu Meclis’te siyasi olarak yalnız Hürriyet ve İtilaf taraftarları yani İngiliz işbirlikçileri yoktur. İttihatçılar, halkçılar, sosyalistler, milliyetçiler, İslamcılar (bütün bunların erkekleri!) vardır. Sınıf ve meslek olarak ise askerler, mülkiye yöneticileri, tüccarlar, toprak ağaları, eşraf, eğitimciler, avukat, doktor gibi meslek mensupları vardır. İşçiler, Köylüler, gençler vb. yoktur. Çünkü hemen hemen bugün de olduğu gibi milletin büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin, dar gelirlilerin, yoksulların milletin önüne çıkıp seçilebilme imkânları bulunmuyordu. Gene de bu Meclis, Milleti oluşturan unsurların bağımsızlık isteklerini temsil ettiği gibi 1961’e kadar Türkiye parlamento tarihinin en demokrat Meclisidir.
İdeal olanı, milletin emperyalizmle işbirliği halinde olmayan bütün millî sınıflarının Meclis’te bulunmasıdır. Bu da ancak siyasi hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesi ve ezilen sınıfların bilinçlenip örgütlenmesiyle mümkündü. İlk ve sonraki Meclis’lerin ise hiçbir zaman böyle bir projeleri olmadı. Hatta İkinci meclis ve sonrakilerinde milletin temsiliyeti gitgide daraldı. 1925’te başlayan Tek Partili dönemde, millî egemenlik kavramı kâğıt üstünde kaldı. İktidardaki bürokrat burjuvazi, toprak ağalarının rejimi “Diğer sınıfların temsilcileri nerede?” sorusuna “Türkiye’de sınıf yoktur!” cevabını verdi.
Tek parti döneminin bu durumunun kurcalanmasından rahatsız olan pek çok aydın var. Bu dönemi adeta bir cennet sayıyorlar. Ancak durumun ulusal egemenlik kavramı ve bu kavramın demokrasi ile bağlantısını hesaba katmıyorlar. Türkiye’de halk sınıflarının örgütlenmesini ve politik mücadelede yerini almasını yasaklayan tek parti uygulamasının varacağı yer, iktidara yaslanan ve denetlenemeyen bir sınıfın haksız olarak zenginleşmesi, bunun sonucu olarak yeniden kendini Batı emperyalizminin kucağına atması olabilirdi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra öyle de oldu.
23 Nisan ulusal egemenlik (ve çocuk) bayramında düşünmemiz gereken, çalışan sınıfların iktidar yolunu aramaktır. Ancak bu sınıflardan oluşan bir Meclistir ki hem bağımsızlığın, hem de iç barışın güvencesi olabilir. Gerisi, karın doyurmayan hamasi nutuklardan ileri gidemez. (22 Nisan 2015)