FABRİKA AYARLARINA DÖNMEK
Geçenlerde bir gece yarısı telefon çaldı. Arayan gazetecilik duayenlerimizden biri idi. Kendisinin elektronik postasına da ulaşan son gönderdiğim yazıyı çok beğenmişti ve gecenin bu saatinde henüz yatmadığımı tahmin ederek bu takdirini bildirmek istemişti. Yarım saat kadar sohbet ettik. “Yazılarını beğeniyorum” sözüyle kendisini bağlamaktan kurtarmak için “Geçenlerde gönderdiğim Türkiye Halkı Özgürleşiyor” başlıklı yazımı da okudunuz mu?Diye sordum. “Elbette okudum” diye yanıtladı.
“Ama ben o yazıda Kürtlerin de özgürleşmekte olduğunu yazdım. Buna ne diyorsunuz?” diye bir çeşit sıkıştırdım. “Bu konuda da haklısınız” dedi. Ve şunları ekledi:
“İki sınıf yazar vardır. Birinci sınıfa girenler çoğunluğun beğeneceği yazılar yazarlar. Bu yazılar risk almayı gerektirmez. İkinciler ise başları belaya da girecek olsa gerçekleri yazarlar. Bunlar yaşadıkları zamanlar için zor yazılardır ama geleceğe kalırlar. Yazar, bunları yazmasa vicdanen rahat etmez.”
“Bana hangi sınıf yazı yazmayı önerirsiniz?”
“Sen istediğin gibi yaz! Ancak öyle rahatlarsın.”
Bu konuşma bana güç verdi. Evet, yazılarım için övücü yanıtlar almıyor değilim. Ancak beni sert cümlelerle suçlayan, yoldan çıktığımı, artık iflah olamayacağımı ileri süren, arkadaşlıktan ıskat eden bir hayli insan da oluyor. Bunlardan memnun olmuyor da değilim. Hiç değilse okuyorlar, tepki veriyorlar. Hiç umursanmamaktan iyidir! Belli de olmaz, dinler ve sosyal mücadeleler tarihi tanıktır: En sert tepkiyi verenler bakarsınız bir süre sonra o yazılarda anlatılanların savunucusu olmuş!
Yazılarımı izleyenlerin de fark edebilecekleri gibi dünyaya ve olaylara emekçi sınıfların gözlüğüyle bakıyorum ve zaten hep gerçeklere bağlı kalacağıma, ezilenlerden, haksızlığa uğrayanlardan yana yazacağıma yeminim de var.
50 YIL ÖNCESİNDE
50 yıl önceki İlk gençlik yıllarımın devrimciliğini hatırlıyorum. O zamanki aydınlar, biz yeni yetişmekte olan aydın adayları, bana bugünkülerden çok farklıymış gibi geliyor. Her şeyden önce toplumun ve doğanın gerçeğini öğrenmek için can atardık. Devletin beslemiş olduğu bir cehalet çemberinden çıkmak için elimizden kitabı düşürmezdik. Toplumun en yalın gerçeği, sınıflara ayrılmış olması ve küçük bir azınlığın emekçi halkı sömürdüğü ve çeşitli araçlarla onlara hükmettiği idi. Ne Jön Türk hareketi, ne Cumhuriyet bu gerçeği değiştirememişti. Gerçek kurtuluş, emekçilerin bilinçlenip iktidara gelerek ülkenin efendisi olmalarıydı. Adalet, insanlık, aydın vicdanı oradaydı. İşçilere, köylülere, genç arkadaşlarımıza bunu anlatmak için nefes tüketiyorduk.
Sınıfsal bakış on yıllar hatta yüzyıllar içinde inşa edilmiş, çoğuna emekçilerin de inandığı ön yargı duvarlarına çarpmak zorundaydı:
Allah insanları eşit mi yaratmıştı. Çalışırsan sen de zengin olurdun. Beş parmağın beşi bir miydi? Kadınla erkek eşit olabilir miydi? Her koyun kendi bacağından asılmaz mıydı? Türklerin dünyada hiç dostu var mıydı? Dört bir yanımız düşmanla çevrilmiş değil miydi?
Tartışmalarımızın ve kafamızın içinde ne Sünnilik ve Alevilik, ne Türklük ve Kürtlük vardı. “İktidar halkın hakkıdır”, “Emek en yüce değerdir” derken bunda bir milliyeti, mezhebi anlamaz, doğrudan doğruya işçiyi, köylüyü, genci, emekliyi, işsizi vb. anlardık. Hakkâri’de bir çobanla Zonguldak’ta bir maden işçisi aynı hamurdandı ve kurtuluşları da birdi.
Yakup Kadri’yi, Falih Rıfkı’yı okur, 1923’ten sonra kurulan rejimin eksikliklerini de öğrenirdik. Kuvayı Milliye Destanı’nda destanın konusu olan “Onların” bir şafak vakti toprağa basıp doğruldukları zaman sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtının değişeceğini düşünürdük. Kurtuluş Savaşı’nı yapanlar henüz “Çılgın Türk” değildi. Sabahattin Selek’in Anadolu İhtilali’nden doğrusunu öğreniyorduk. Gazetelerin çoğu henüz bir partinin propagandisti, gazetecilerin çoğu tetikçi değildi. Gerçekleri yazan Yön’ümüz, Devrim’imiz, Sosyal Adalet’imiz, İmece’miz vardı.
ARKAİK BİR OBJE!
Ne oldu da bugünkü ezberci, takıntılı, anlayışsız insanlardan oluşan bir toplum haline geldik? Yazılarıma gönderilen tepkiler karşısında kendimi zaman zaman yıkıntılar altında kalmış arkaik bir objeye benzetiyorum. Acaba okumaya mı bıraktık? 12 Mart ve 12 Eylül’de toprağa gömülen ya da ateşte yakılan kitaplara bir daha el sürmemeye yemin mi ettik?
Hâkim Ali Faik Cihan’ın Türkiye sosyalizmi hakkında bir ilk deneme olan “Sosyalist Türkiye” kitabı bile bugün kitapçı vitrinlerini dolduran teorik kitaplardan daha masumdu. Sosyalizm hakkında ilk çeviri kitaplardan biri olan Sosyalizmin Alfabesi’ni, hele hele Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri, Sosyalizm ve sosyal Mücadeleler Tarihi, Teori ve Pratik, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm gibi kitapları yeniden okumaya ve bunları ne yapıp edip yeniden hiç tanışmamış gençlere okutmaya mı çalışsak?
Belli ki ayarlarımız bozulmuş. Galiba fabrika ayarlarına dönmemin zamanı geldi, geçiyor. Kim ne derse desin, ben bildiğim gibi yazmaya devam etmeliyim. Vicdanım ve ahdim bana bunu emrediyor…