YAŞAR KEMAL'İN DEVRİM TEORİSİ
2 Mart günü cenazesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırıldıktan sonra Yaşar Kemal için yapılan görkemli anma toplantısında onun bir yazısından “En büyük tutkum sosyalizmdir” sözü de aktarıldı.
Türkiye’nin en büyük şair ve yazarlarının sosyalistler arasında çıkmasını nasıl açıklayacağız? Kendilerini işten atmalar, hapislikler, işkenceler, ölümler beklediği halde en yetenekli halk çocukları, Türkçenin en iyi ustaları bir kez sosyalizmi tanıyınca neden onu bir tutku haline getirirler?
Yaşar Kemal’e gösterilen sevgi seli, sosyalizm ruhunun hiç de ölmediğini kanıtlıyor. Öyle ki, sosyalizmle hiç ilgisi olmayan bir sürü siyasetçi ve yönetici bu selin gücü karşısında teslim olmak, Yaşar Kemal için övücü sözler söylemek zorunda kalıyor. Bu durum, sosyalizmin haklılığından, akla ve mantığa uygun olmasından kaynaklanıyor. Çünkü sosyalizm insanın insana köleliğini, sömürüyü reddediyor. İnsanı özgürleştiriyor. Ona kişilik kazandırıyor. Milletler, diller arasında ayırım yapmıyor. Hepsini kardeş gibi görüyor. O, insanlığın yarattığı en ileri ütopyadır.
1970’de Millî Eğitim Bakanlığı’nın bir müfettişi Ankara’dan gelip sınıflarıma girmiş, öğrenci defterlerini incelemiş ve orada öğrencilerin okuduğu kitapları görmüştü. Bunlar arasında Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin gibi yazarların kitapları da vardı ve bunları hangi maksatla okuttuğum konusunda beni sorguya çekmişti. Bakanlığa verdiği raporda da Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi’nde Kürtçülük propagandası yapıldığını ileri sürmüştü.
DEVRİMİ HALK YAPAR
Bu benim hiç aklıma gelmemişti. Ben Yaşar Kemal’in gösterdiği devrim yolu ile ilgiliydim. Konusunu ister bir Türk efsanesinden, ister bir Kürt masalından alsın, hiç fark etmezdi. Yaşar Kemal’in devrim teorisi nedir? Tabii ki, emekçilerin bilinçlenerek, örgütlenerek, sömürücü ve zalimlerin iktidarını yıkıp, onun yerine emeğe ve kardeşliğe dayanan bir düzen kurmaları. O bir sanatçıdır. Bu ideolojisini kâh bir aşk masalı, kâh bir eşkıyalık olayı veya halk destanını işleyerek anlatır.
Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi kitabında bu inancın mükemmel bir anlatımı vardır. Roman, Ağrı’da Ahmet adlı bir dağlının Beyazıt Bey’i Mahmut Han’ın (Paşa’nın) kızı Gülbahar’la aşk öyküsü çevresinde örülmüştür. Bir dizi gelişmeden sonra Mahmut Han, kızını Ahmet’e bir şartla vermeye razı olur: Ağrı Dağı’nın başına çıkıp ateş yakması. Bu şimdiye kadar kimsenin yapamadığı bir şeydir ve sonuçta iki aşığın buluşamaması demek olacaktır.
Ahmet, Mahmut Han’ın şartını hiç ikiletmeden kabul eder ve atını Ağrı’nın doruğuna doğru sürer.
Yaşar Kemal’in Devrim teorisini göstermesi açısından, Ağrı Dağı Efsanesi’nin öğrencilerimin elinde okuna okuna yıpranan 1974 tarihli 3. baskısından yazarın imlasına bağlı kalarak bazı paragraflar aktarıyorum.
“Kalabalık yavaş yavaş Beyazıdın alanını, çarşıyı, sarayın önünü dolduruyordu. İnsanlar dağdan ağır, sessiz bir sel gibi iniyorlar, Beyazıt kasabasının içine birikiyorlardı. Ovadan da yukarı doğru, insanlar yamaçlara yapışmışlar, Beyazıt’a geliyorlardı. Geliyorlar, birikiyorlar, kasabanın çarşısını, sokaklarını, camilerini dolduruyorlar, susuyorlardı…
İsmail Ağa öğleye doğru Paşaya geldi. Paşa ona sordu:
“Daha geliyorlar mı, arkaları kesilmedi mi?”
“Daha geliyorlar” dedi İsmail Ağa umutsuzca ellerini açarak. “Çoğalarak, kabararak geliyorlar. Bir insan selidir akıyor, akıyor, bitmiyor. Ne çok insan vermiş meğer şu bizim dağda, şu ovada.” (…)
“Bu kalabalığa hiç bir şey yapamayız, onları dağıtamayız değil mi İsmail Ağa” diye sordu.
İsmail Ağa:
“Hiçbir şey yapamayız. Askerlerimiz, kışla çoktan kalabalığın içinde kaldı. Parmaklarını bile kıpırdatamazlar. Sarayda yüz elli asker ancak var. Bu kalabalıkla ordular bile başa çıkamaz.”
Paşa içini çekti:
“Çıkamaz” dedi. “Haydi sen git, bak bakalım kalabalığa, daha geliyorlar mı?”
O gün akşama doğru kalabalık çoğaldı, büyüdü, kasabayı taştı, kasabanın alt yanındaki koyağı, koyağın güneyindeki düzlüğü doldurdu. Ahmedi Haninin türbesinin ötesindeki yamaca sıvandılar. Kalabalık hiç kesilmemiş, dağdan ve ovadan boyuna durmadan, eksilmeden geliyorlardı. Sonra akşama doğru çadırlar kuruldu, çadırların önüne ateşler yakıldı, yağ kokuları, kurumuş ot, kurumuş çiçek kokularına karıştı. Ama bu koskoca kalabalık cansız gibiydi, cansız ve kıpırtısız. Sessiz, bir ışık gibi hiç belirtisiz, oraya buraya dalgalanıyordu.
Karanlık kavuşurken Mahmut Han, İsmail ağaya sordu:
“Daha geliyorlar mı?”
“Yeri göğü insan almış, Gökteki yıldızdan çoklar. Yer götürmez bir kalabalık…”
“Hiç konuşmuyorlar mı?”
“Çıt çıkarmıyorlar” (…)
SARAYI BAŞIMIZA GEÇİRİRLER!
Mahmut Han o gece sabaha kadar uyuyamadı, sarayın içinde döndü durdu ve düşündü. Ölümü ve hayatı düşünüyordu. İnsanları, şu dağlardan, ovalardan kopup gelen kalabalığı düşünüyordu. Bunlar bir erkek bir kadının mutluluğu için buraya toplanmışlardı. Ama bunun altında çok şey vardı. Dışardan bakınca öyle görünüyordu. İnanılmaz bir öfke vardı. Yüz bin yılların başkaldırma duygusu vardı. Şu konuşmayan, kıpırdamayan öfke… Bu delikanlıyla bir kızın sevdasını bahane eden öfke… Gittikçe zaman bozuluyor ve halk azıtıyor. Bugün benim sarayım kapısını tutarlar kız bahanesiyle, yarın İstanbul şehrini doldurur Padişahın sarayının kapısını tutarlar başka bir bahaneyle. Vakterişti gibime gelir. Şu halka bir çare bulamazsak hepimizin kellesi gider. Yarın zulmü bahane ederler, öbürsü gün vergiyi, öbürsü gün sarayımızı, öbürsü gün ekmeği… Ve birikirler birikirler… Yüz bin yılın öfkesi ve acısıyla… Şimdiki gibi sessiz birikirler. Ve bu kalabalığa güç yetmez. Onlara ordular, bir dünya kadar ordu olsa başa çıkamaz. Bunlar bir araya gelmeye görsünler, önüne geçilemez. (…)
Sabah güneşiyle birlikte keçe külahlı, renk renk, keçi, geyik, tay postlarına bürünmüş, uzun bıyıklı, uzun boylu erkekler, ve üst üste giydikleri fistanları, bin bir renkle donanmış altın, gümüş halkalı kofileriyle ve iri, kara, ceren gözleri ve ince bilekleriyle kadınlar kaynaştı. Gene hiç ses çıkarmıyorlardı. (…)
Mahmut Han bunu gördü. Bunu görünce de çok korktu.
“Hiç konuşmuyorlar öyle mi İsmail Ağa?”
“Hiç konuşmuyorlar Paşa. Öyle durmuşlar, gözlerini kırpmadan dağa bakıyorlar. Bir ara da ellerini havaya açıp sessiz sessiz dua ettiler.”
Bunlar öyle üç gün bekleyecekler, Ağrının doruğunda ışığı göremeyince dönecekler, sarayı yıkacaklar, yerle bir edecekler, taş üstünde taş bırakmayacaklar.
Efsanenin sonunu anlatmayacağım. Bu güzel kitabı, kitap kurtlarından bile birçoğu okumamış olabilir. Bir an önce bulup okumalarını öneririm. (2 Mart 2015)
Ağrı Dağı Efsanesi, Yaşar Kemal, roman, resimler Abidin Dino, Üçüncü baskı, İstanbul, 1974, Cem Yayınevi, 142 sayfa.