YAZAR VE ŞEHİR
Ünlü yazar Paul ASTER geçenlerde bir söyleşisinde, ‘Türkiye’de tutuklu gazeteci ve yazarların çok sayıda olması sebebiyle, demokrasinin yeterince iyi işlemedini düşünerek, buraya gelmeyeceğini’ söylemişti. Bu sözü duyan Sayın Başbakanımız Paul Aster’i Gelsen ne olur, gelmesen ne olur, biz de sana çok muhtaçtık, Yahu sen ne cahil bir adamsın …’ sözleriyle eleştirdi.
Paul ASTER’ın, 30’un üzerinde kitap yazan bir yazar olarak, elbette cahil kaldığı alanlar olabilir. İnsan yazın hayatının içine bu denli dalarsa, gerçek hayattan kopabilir, yüzeysel bir yaşamı olabilir. İş hayatı sıkıntılı olur, ticaretten anlamaz, ihracat, ithalat işleri yabancı gelir. Parasını nereye yatıracağını bilmez, nereye alışveriş merkezi yapılır, nereden arsa alınır da nasıl kar edilir, anlamaz. Ucuz binadan, az çimento, az demirle daha yüksek kat çıkmadan haberi olmaz. Bunun gibi birçok şeyi hayatında es geçen, cahil biri olarak hayatına devam eder gider.
Böyle bir yazarın da ülkemize gelmesi ve hakkımızda ahkam kesmesi, elbette kabul edilir bir şey değildir. Hem artık bizim için sanatın, tarihin, kültürel değerlerin, yazı ve şiirin çok da önemli kavramlar olmadığı ortada. Varsa yoksa hız ve hızlı kentleşme adı altında, tüm eskinin yok edilip, yerine daha yeninin ve daha beton olanın geldiği bir çağdayız artık.
Üstelik birçok tarihi yapı ve yerleşim mekanı terk edilip, yerine daha yüksek, daha mekanik, daha kişiliksiz mekanlar yapılırken; kimseye ne soruluyor, ne de çoğunluktan bir ses çıkıyor. Çıkan birkaç ses de, orkestradaki bozuk müzik aletleri gibi kalıveriyor ortada.
Haydarpaşa tren garında, birkaç gün önce son tren seferi yapıldı. Sözde iki yıllık bir ara gibi görünse de, aslında Haydarpaşa’nın bir daha tren garı olarak kullanılmayacağı, birçok kişi tarafından dile getirilmekte. Tren garının yer aldığı alan tamamen değiştirilip, daha yeni, daha beton bir alana dönüşecekmiş. Haydarpaşa da lüks bir otel olabilirmiş.
İstanbul’un sembolü olan bir tren garının, tarihi dokusuyla, olduğu gibi korunarak, gelecek nesiller boyu yaşatılması varken; tüm tarihi yok edip, burayı tamamen farklı bir amaçla, belli bir zümreye tahsis etmek nasıl bir anlayışın ürünü olabilir sizce? Tıplı Taksimi dönüştürme projesi gibi, diğer eski semtleri yıkıp, yeni gökdelenler dikme projeleri gibi, insani olmaktan uzak, ranta ve birilerinin daha çok kazanmasına dayalı bir proje. Yeni bir şehir, yeni bir siluet, yeni bir anlayış. İnsan sıcaklığından uzak, yaşanmışlıktan uzak, geçmişi yok sayan bir anlayışın, hızla yayıldığı bir dönemden geçiyoruz artık. Sadece hıza odaklanan, sadece kazanmaya endeksli, insani değerleri ve duyguları yok sayan, ruhsuz bir algılayışın gölgesi hakim her yere. Yüzyılların ötesinden gelen bir tarihle, sıfırdan kurulan, 30- 40 yıllık şehirleri aynı kefeye koyan ve onlar gibi olmaya öykünen bir şehircilik anlayışıyla kuşatılıyoruz. Yeşili, doğayı, eskiyi köhne sayan; yükseği, betonu, hızlıyı, genişi, büyüğü, daha makbul gören bir nesile doğru yol alıyoruz. Harcında insan emeği, insan gözyaşı, anısı, geçmişi, insan kokusu olan binalardan; harcında sadece demir ve çimento karılan binalara yerleşiyoruz gitgide.
Böyle şehirlerde Orhan Veli olsan dinleyebilir misin İstanbul’u, inşaat gürültüsünden, gökdelenlerden duyabilir misin bir insan sesi, görebilirmisin bir insan sıcaklığı;ya da Ahmet Hamdi Tanpınar olsan yazabilirmisin Bursa’da zamanı ‘Bursa'da eski bir cami avlusu,
Küçük sadirvanda şakırdayan su.
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yasta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çesmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarilerin en ilahisi.
Böyle şehirlerde Paul ASTER olsan yazabilir misin o romanları, o yüzden gelsen de olur gelmesen de olur…