PALAVRA, PALAVRA, PALAVRA
“Eşitlik için yazdım,
eşitlik için söyledim,
eşitlik için dayak yedim,
eşitlik için sövdüm,
o günleri göremeyeceğimi bilsem de birilerine o günleri gösterebilmek için öldüm” demiş Ahmet Arif.
Ahmet Arif bu dünyadan göç edeli tam 22 sene olmuş ama biz Ahmet Arif ‘in bizzat görmek isteyip de göremediği ve birilerinin görmesini umut ettiği günleri hala görebilmiş değiliz. İşin kötüsü tıpkı Vizontele’ deki gibi Zeki Müren ‘ in bizi görebilme ihtimalinin bile daha fazla olduğu bir ortamda o günleri görebilen olur mu onu da bilemiyoruz. Ya da biz Ahmet Arif kadar iyi niyetli olamıyoruz. Yani bildiğiniz, içimiz kötü bizim.
Nitekim George Orwell ‘ın ünlü geçmişin ütopyası şimdinin gerçeği Hayvan Çiftliği kitabındaki tezinden hala bir adım öteye gidebilenimiz yok. Yani eşitlik deyince durum, aynı nakarat yarısı bayat tadında hep aynı. Birileri daima eşitler arasında birinci. Diğer bir deyişle herkes eşit ama birileri o da artık nasıl oluyorsa biraz daha eşit. Biz de bu tariften anlıyoruz ki buradaki eşitlik matematikteki gibi bir şey değil ama sosyal adaletteki mutlak-nisbi eşitlik gibi bir şey de değil.
Eşitliğin ölçüsü de üzerinize afiyet gayet basit. Asit misiniz ,baz mısınız bu yolla menşeiniz de ortaya çıkıyor. Vatandaşlık ve Nüfus işlerine değil Periyotlar Cetveline tabiisiniz sanki. Katalizörünüz de bizatihi devletin size davranma biçimi elbet. Örneğin geçen günlerde yaşandığı üzere bir adamcağız İstanbul ‘ un ortasında küçük pet şişelerde su satıyor üstelik de ameliyat parasını toparlayabilmek için. Ama kimselerin en azından devletin bilmediği bir sorunu var, lakin hasta. O nedenle su satarken seyyar dolaşıldığından hareketle tıpta kullanılan kendisine sıkça gerekli bir takım basit alet edevatı çaresiz çorabının içerisine tıkmış, kafada da soğuktan korunmak için poşu var, belli ki doğu kökenli. Gölgemizden korkar olduğumuzdan olsa gerek birkaç işgüzar vatandaş, adamcağız için “patlayıcı taşıyor” diye polise ihbarda bulunuyor. Polis de ne yapsın durumdan vazife gereği adamcağızın yanına gidip merkeze almak yerine başlıyor yaşlı başlı adamı meydanın ortasında soymaya. Bir de bakıyorlar ki üzerinde bomba falan yok, karşılarındaki de kendi halinde üstelik de hasta su satmaya çalışan bildiğiniz gariban ihtiyar bir adam. Hani insanın neredeyse Hababam Sınıfı’ndaki gibi “su satmak, gariban olmak suçsa suçlu o değil benim” diye suçu üstlenip itiraz edesi bile geliyor. Derken devlet de her zamanki gibi “pardon” diyor ve Kaptan Kirk ‘ ün atılganı tadında ışık hızında arkasına dahi bakmadan gözden kayboluyor.
Olay yerine gelen gazeteciler de mikrofon tutuyorlar “amca seni onca adamın içinde rezil ettiler, sana uluorta terörist muamelesi yaptılar, şikâyetçi misin” diye. Ama adamcağız “bu devlet beni 3 kere ameliyat ettirdi, ben şimdi bu devletten nasıl şikâyetçi olurum” deyiveriyor.
Bir poşu, bir içi dolu çorap neredeyse terörist ilan edilmenize yetebiliyorken, sadece esmer ten ve siyah bir mont eşkâl belirleyebilip sizi 19 ay içeride tutuklu boşu boşuna yatırıverirken göz göre göre cinayet işleyip devlet adına kurşun yiyenle sıkanın bir olduğu bir takım derin yerlerden gelenler kahraman oluveriyor bizim ve Ahmet Arif ‘in hala aynı tas, aynı hamam Türkiye ‘ sinde. Aman o yapay kahramanlarla milletçe ne gururlar duyuluyor, aman ne memnunlar olunuyor. Sözde birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için yani kısaca eşitiz ya. Ölen öldüğü, kalan sağlar bizim olduğuyla ve çok değerli eşitlikleriyle kalıyor.
Uğruna hasretinden prangalar eskiten Ahmet Arif‘ in hayallerindeki eşitlik vaadinde bulunanlara da Ajda Pekkan “palavra,palavra,palavra” diye ne de güzel sesleniveriyor.Ama bu eşitlik denilen şey de arada sırada insanın aklına geliyor, geldiği gibi de namussuz bir türlü gitmeyi bilmiyor. Anlaşılıyor ki eşitlik masallardaki Kaf dağı gibi bir şey. Tek farkı bunun değil ardı kendisi bile görünmüyor, esamisi okunmuyor. Günümüz eşitlik anlayışı karşısında da insanın elinden Ahmet Arif değil belki ama doğrudan Halil Sezai ile karşılıklı en yanık ses tonuyla isyan ede ede düet yapmaktan başkaca da bir şey gelmiyor.
Velhasıl Ahmet Arif senle bizim bu derdimiz ne yağan yağmurda, ne yalancı sonbaharda, ne de bomboş sokaklarda, geriye bir avuç yalanla kısaca her şey palavra, palavra,palavra.....