FATSA DEMEK, NE DEMEK?
Bir şehir düşleyin içinde mavisi, yeşili bol olan. Bir şehir düşleyin, siyasetin en acılı sahnesi yaşanan. Bir şehir düşleyin, baş harfi yüzünden Çarkıfelek’te okunan. Bir şehir düşleyin, ülke sinemasına, en büyük jönü kazandıran. Bir şehir düşleyin, her mevsimi başka güzel olan. Ve sonra Cizre’yi, Yüksekova’yı, Silopi’yi düşünün ve halinize binlerce kez şükredin o zaman.
Aslında ne şanslıyız değil mi, böyle güzel bir memlekette yaşadığımız için. Ama bir memleketi memleket yapan, toprak parçası değildir. Bir memleketi memleket yapan o toprağın üzerinde yaşayanlardır. O insanların memleketlerine kattıklarıdır. Yaşım aslında daha genç desem de, küçük çocukların amca dediği yaştayım. Ve insan belirli bir yaşa gelirken ardında maalesef birilerini bırakıyor. Yaşam döngüsü böyle çalışıyor işte. Çocukluğumuzun en güzel hatıralarının kahramanı, dedeler ve nineler çekiliyor ilk önce dünya sahnesinden. Bazen ise ölüm gencecik bir insanı alıyor, avuçlarımızdan. İşte bu memlekette de ne civan adamlar, hanım kızlar vardı. İlk onlardı Fatsa’ya anlam katan.
Mesela Erol Gündüz vardı. Hey gidi benim Erol amcam. Seninle nişanlımı tanıştırmak için, nişan günümüzde evine gelmiştik. Ve nişanımıza geç kalmıştık. Ama iyi ki de gelmişiz yanına, iyi ki de öpmüşüz elini. Belki o hastalığın boyunca ilk kez öyle hoş bir gülümseme belirmişti yüzünde. Bunu görmek bile dünyalara bedeldi. Fatsa demek, Erol Gündüz demek.
Ya İsmail Hocam. Herhalde trafik kazasından sonra, arabasında boş süt kutuları bulunan tek kişidir. Bana radyoculuğu öğretti, hayatta ki sıkıntılara nasıl gülerek karşı duracağını gösterdi, şiirin aslında okunmayacağını okurken yaşanması gerektiğini anlattı. Öğrencilere öğrenci değil de bir insan gözüyle bakması büyüledi beni. Onlar her zaman çocuğu, kardeşi, yeri gelince de arkadaşıydı onun. Fatsa demek, İsmail hoca demek!
Ya babaneme ne demeli? Sülükgölü’nün Saadet Hanımı’ydı o. Ağa kızıydı, bu da duruşu, oturuşu, kalkışı, gülüşü ile alabildiğine ortadaydı. Sessiz, kocaman, yıkılmaz bir gemi gibiydi. Acılara hep bir dik duruş gösterirdi. En büyük dileğim ona eşimi göstermekti. Alzheimer bile olsa onu eşimle tanıştırmayı nasip etti Mevla’m bana. Eşimin elini tuttu, konuşamıyordu ama gözleri her şeyi anlatıyordu. Ve o koca çınar askerliğimin acemi ocağında beni bıraktı gitti. Fatsa demek, babanem demek.
Eşimle birlikte İpek Anane (Coci) girmişti hayatıma. Bütün yaşlılar benim için çok değerliydi ama onun yeri bir başkaydı işte. Ağzı dualıydı İpek Ananemin. Her cümlesi dua ile başlıyor, dua ile bitiyordu. Onun yanındayken bir insanın mutlu olmama şansı yoktu. Ağzı dualı, sofrası Halil İbrahim sofrasıydı. Misafirliğe gittin mi yanına, ikramın sonu gelmezdi, tam bir Osmanlı Kadınıydı. Ve o da bir gün aramızdan ayrıld,ı gülen yüzüyle. Fatsa demek, İpek Anane demekti.
Kaybettiklerimiz kadar, hayatta olanlarda değerli tabi ki. Ve onlarla bu bereketli topraklarda yaşadıklarımız da mühim pek tabi. Aslında Fatsa demek, sevdiklerimiz demekti. Sevdiklerimiz ile birlikte mutlu, acı veya tatlı bir an demek. Arkadaşının yakınının cenazesinde göz yaşı dökmek demek. Kuzeninin düğününde çifte telli oynamak demek. Halı saha maçında yenince, arkadaşını kızdırmak demek. Pelitdibi’nde manzara, Bolaman’da pide, Dolunay’da balık, Belice’de yüzmek demek. Fatsa demek kısacası hayat demek. Keyifli bir hayat dilerim hepinize!:)