8 MARTA DÖRT GÜN KALA
8 Mart Dünya kadınlar gününe, dört gün kala; ülkemizde her gün bir kadın cinayeti işleniyor. Bir gün; sevdiği gençle kaçan kadını, kardeşi, aile meclisi kararıyla öldürüyor, diğer gün, eski kocası, kadını sokak ortasında kurşun yağmuruna tutuyor.
8 Marta dört gün kala da, meclisimiz kadını eski eşinden, sevgilisinden ve aile yakınlarından koruyacak yasayı halen gündemine alamıyor. Çünkü 4320 sayılı kanun, eş ile ilgili düzenlemeler getiriyor. Bu kanunda eski eş, ya da nikahsız eş veya sevgili gibi kimselere yer verilmiyor. Hal böyle olunca, kadının ayrıldığı eşinden korunması talep edilemiyor. Her ne kadar şu an, Ayşe Paşalı cinayetinden sonra aile hakimleri bu talepleri kabul etseler de, bununla ilgili yasal düzenlemenin acilen yapılması gerekiyor.
Kadının kendinden ayrılmasını bir türlü hazmedemeyen erkeklerin, yaşamlarını hapiste geçirmeyi göze alarak, böyle bir olaya kalkışması, toplumun geneline yayılan bulaşıcı bir hastalıktır. Toplumu saran bir virüs gibi, günden güne artan bu cinayetler, kadını kendinden ayrı bir birey olarak kabul etmeyen, kadını kendine ait bir meta olarak gören zihniyetin göstergesidir. Her türlü şiddete ve eziyete rağmen, kadının evini terk etmemesi gerektiğinin ve ancak koca isterse gidebileceğinin, tüm toplumca kabul edilmiş manifestosudur. Kadının kendi ayakları üzerinde durabileceğinin ve isterse kendi gücüyle varolabileceğinin inkarıdır.
İnsanların düşüncelerinden ötürü yargılanıp, hapishanelerde karar gününü beklediği ülkemizde, düşünceden eyleme geçmiş birçok şiddet olayının maalesef görmezden gelindiği ortadadır. Öldürülen birçok kadının, ellerinde dilekçelerle korunma talep ettikleri halde korunamadıkları, haklarında yasal işlem başlatılan şüphelilerinse, görmezden gelindiği bir süreçte, sonuçlar iç karartıcıdır. Her gün neredeyse bir değil, birkaç kadın, çığlıkları duyulmadığı için, yaşam haklarını kaybetmektedir. Gidecek yerleri olmadığı için şiddete boyun eğmektedir. Güçsüz olduklarına inandırıldıkları için, gücünün farkına varamayan kadınlar, ezilmeyi ve varolan düzeni, kaderleri kabul etmektedir. Erkeklikleri ve erkeklik onurlarını, kadınları bir meta olarak sahiplenmekte gören, onca erkek de, doğru olanı yaptıklarının gururuyla, aslında acınacak bir halde, şiddeti uygulamaya boyun eğmeye devam etmektedir. Namusu, kadınlarını sahiplenip, göz açtırmamak sanan, karıları evden gittiğinde, namuslarından olduğunu sanan, kızları, sevdiği gence gidince, namussuz olmaktan korkan, fakat, ellerin kızını taciz etmekten çekinmeyen, ona buna saldırmayı kendine hak gören, çalıp, çırpmayı namussuzluk addetmeyen onca erkek de, bu toplumda olağan yaşamlarını sürdürmektedir. Toplum onları pohpohlamaya, cesaret vermeye ve zavallı durumlarını yüceltmeye devam etmektedir. Gelenek ve göreneklerin ardına sığınıp, ruhsal yaralarını kapatmaya çalışan bu insanlar, bir gün doğru cevabı bulduklarında ve kalplerinde vicdanlarıyla yüzleştiklerinde çok geç kalmaktadırlar.
Gün, kadınların korkusuzca ayakta durmaları gereken gündür. Birbirine destek olup, kol kanat germe günüdür. İçlerindeki gerçek gücü bulma ve ortaya çıkarma günüdür. Korkmadan ve yılmadan, insanca yaşama günüdür. Şiddete boyun eğmeden, şiddet karşıtı yasaları harekete geçirme günüdür…
En derin korkumuz yetersiz olmak değil,
En derin korkumuz ölçüsüzce güçlü olmamız,
Karanlığımız değil, ışığımız bizi en çok korkutan,
Kendimize sorarız, ben kimim ki parlak yetenekli, muhteşem harika olayım?
Biz kimiz ki, olmayalım bunları, Tanrının çocuğusun sen,
Küçük oynaman dünyaya yaramaz.
Etrafındakiler güvensiz hissetmesin diye kendini,
Ufaltmanın ne yararı var,
Hepimiz çocuklar gibi parlamak üzere yaratıldık,
Bu hepimizin içinde…Ve kendi ışığımızı parlattığımızda,
Farkında olmadan, aynısını başkalarına da yapma iznini veririz,
Kendi korkumuzdan kurtulduğumuzda,
Varlığımız kendiliğinden, başkalarını özgürleştirir.
(Nelson Mandela)