REFERANDUMA GİDERKEN
Bilmiyorum; hiç dikkatinizi çekti mi?
Emperyalist odaklar Türkiye’den istediklerini aldıkları dönemlerde, huzur içinde yaşayıp gidiyoruz.
Neden?
Çünkü zaten amaca ulaşılmıştır. Bir sömürge ülkesinin nasıl olması gerekiyorsa, o kıvama getirilmiştir Türkiye…
Yine dikkat edin; terör veya farklı provakatif hadiseler hangi dönemlerde patlak veriyor?
Veya nasıl oluyor da 1999–2004 arasında inine çekilenler, 2004’ten sonra yeniden saldırıya geçiyor?
Bu noktada bir gariplik yok mu?
Meseleye düz bir mantık silsilesiyle bakınca, özellikle terör konusunda Ecevit hükümetleri başarılı, Ak Parti hükümetleri başarısız gibi algılanabiliyor.
Ancak 2002’ye gelinceye kadar yaşadığımız ekonomik dalgalanmalarla iliğimize kadar sömürüldüğümüzü bilmeyen var mıdır?
Haliyle; rahatlıkla sömürdüğünüz bir ülkede terörün taşeronluğuna ihtiyaç duymazsınız.
Sözün özü şu aslında: Türkiye ne zaman ki; kendi irade ve inisiyatifiyle tavır almaya, politika üretmeye başlıyor, işte o zaman iç karışıklıkların düğmesine basılıyor.
Hatay ve İnegöl’de yaşananlar, ülke haritasının Güneydoğu’sundan tutuşturulan ateşin, tüm coğrafyaya yayılması çabasından başka bir şey değildir mesela…
Peki; ne oldu da birilerine birden “ateş bastı”?
Şu bakış açısı bizi doğruya götürür belki: Eğer düşmanınız sesini çıkarmıyorsa istediğini almıştır. Eğer “ciyaklamaya” başlamışsa kuyruğuna basılmıştır.
Bu topraklarda yaşamak zordur. O nedenle çok dikkat etmek gerekir.
12 Eylül’ü yaşayanlar bilir. Özellikle yüreği yanan analarımız ve meselenin iç yüzünü bilmeyenler o dönemde “Allah razı olsun Kenan Evren’den… Nice insanın ölümünü engelledi.” sözlerini dillerden düşürmüyorlardı. O da yetmiyordu, Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının resimleri, evlerin ve işyerlerinin duvarlarını süslüyordu.
Oysa “Netekim Paşa” o dönemde uzayda yaşamıyordu ve olayları son anda duyup apar topar Türkiye’ye gelerek gerekli müdahaleyi yapmış değildi. Her şey gözlerinin önünde cereyan ediyordu.
Ve şu gerekçeyle 12 Eylül 1980 sabahı bekleniyordu: Müdahalenin yapılması için şartların oluşması…
Yani Kenan Paşa ve kuvvet komutanlarının “Kahraman” olması için daha nice gençlerin sokak ortalarında hunharca öldürülmesi gerekiyordu.
Meselenin en acı veren tarafı da, çıkarlarımıza hizmet ettiğini zannettiğimiz bu paşaların, yıllar sonra ancak kanıtlanan bir dış emirle bu rezaleti yaşatmak için harekete geçmeleridir.
Bağımsızlığımızı koruması gerekenlerin, yadsınamaz bir biçimde dış güçlerin çıkarlarına hizmet etmesidir.
Bunları yazıyorum; çünkü 12 Eylül sonrası doğanlar, o günün ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyorlar.
Ve bu Kenan Paşa’nın hazırladığı 82 Anayasası’nın 26 maddesi değiştirilerek yine bir 12 Eylül günü halkın oyuna sunulacak. İki seçenek var. Ya “Evet” denecek, ya da “Hayır”…
Bu değişiklik, hayatımızın önemli bir bölümünde olumlu anlamda hissedilebilir mi? Bu konuda ahkâm kesme cüretini kendimde görmüyorum. Umudumuz o yöndedir. Ancak geleceği kimse bilemez. Benim bildiğim tek şey; anayasa değişikliği, kimilerine göre bir takım kusurlar içerse de, sivil yönetimler tarafından hazırlanması açısından 12 Eylül’le tam bir hesaplaşma anlamına gelmektedir.
Bazı çevreler bunun bir “Sivil anayasa darbesi” olduğunu söylüyor. Çeşitli kaygılar var.
Öncelikle şunu söyleyebilirim: Şu saatten sonra Türkiye, sivil ya da askeri darbe dönemlerini geride bırakmıştır. Dünyanın ve Türkiye’nin nereye gittiğini iyi görmek lazım…
Bu güne kadar korkuların egemenliğinde yaşadık. Şimdi de sıra cesaretin egemenliğinde…
HOŞÇAKALIN