GAZİ KOŞUSU
Yıllar önce dağlarda, bayırlarda, mevzilerde koşmuş biriyken; şimdi beton zeminde koşmak biraz ağır geldi ona. Öyle ya, gece- gündüz, yaz- kış demeden, her türlü zorluğa göğüs germiş bir askerdi, bundan 12 yıl önce, 17 askerin şehit olduğu bir çatışmadan sağ kurtulana kadar. Kurtulmuştu da, bacağına platin takılmış, yüzüne birçok dikiş atılmıştı. Fakat gazi olamamış, terör mağduru olabilmişti. Böylece ne devletten maaş, ne de bir güvence alabilmişti. İşsizdi, hayata karşı güvensiz ve yalnızdı.
Devletin ilgili kurumlarına defalarca başvurmuş fakat bir yanıt alamamıştı. İstediği bir iş ya da en azından 300 liralık bir gazilik maaşıydı. Fakat devletimizin onca harcaması arasında böyle bir gaziye verecek ne maaşı, ne de ünvanı vardı. Unvan denen şey öyle kolay verilmezdi. Öyle bir çatışmada, azbuçuk yaralanmayla alınacak bir şey miydi ünvan. Defalarca çarpışacak, ya da ağır yaralanacaktın ki, aldığın unvan da para d şurada kalacaktı.
Bir gün devletinin bir kurumunda iş başvurusu yapmış ve başvurusu kabul edilmişti. İzmir Orman Bölge Müdürlüğü’ndeki 6 aylık mevsimlik işe girebilmek için, 1.500 metre koşması gerekiyordu. Gireceği iş, Beden Eğitimi Öğretmenliği değil, spor akademisi değil, sadece kısa mesafe şöförlüğü işiydi. Bu işte niye koşturulduğunu bile anlayamamıştı Yetkililere, ayağında platin olduğunu, askerde yaralandığını anlatmış, fakat kimse bunu ciddiye almamıştı. ‘Sen de koşacaksın, diğerlerinden bir ayrıcalığın yok’ denildi ona. Böylece 1.500 metrelik gazi koşusu başladı.
Gazi, koştukça ayağı şişiyor, kan ter içinde kalıyordu. Üstelik bu koşu, 12 yıl önce yaptığı tüm zor koşulardan daha zor gelmişti ona. Ayağına batan platinin acısı değildi, bu zorluğu yaşatan. İçinde bir şeyler kanıyordu koşarken, kırgınlığı büyük bir üzüntüye dönüşüyor, içindeki yalnızlık gittikçe büyüyordu. Onurla, gururla ve dimdik ayakta durduğu onca yıla inat, ayağındaki platinleri çıkarıp, bir köşeye çekilmek istiyordu. Onları yere göre sığdıramayan sözlerin, sahiplerini arıyordu gözleri koşarken, fakat bir türlü göremiyordu. Gördüğü tek şey bunaltan bir sıcak, ve neredeyse bu sıcakta bayılmak üzere olduğuydu. Sonunda bunca düşünce içinde koşusunu bitirdi. Ayağındaki şişlik, içindeki onca hüzün bir yana, yarışı bitirip iş sahibi olacağı için yine de seviniyordu ki; yetkililer ‘koşuyu zamanında bitiremediği için, işe alınamadığını’ söylediler. Daha hızlı koşmalıydı. İnsan, 1.500 metre mesafeyi bu kadar yavaş koşarsa nasıl şöförlük yapacaktı.
İşte o zaman anladı ki, farkı yoktu kimseden. Kimseler onu baş üstünde tutmuyordu. Yılları, hayalleri, umutları gitgide azalarak; hak ettiği üçkuruş parayı bekleyerek geçirmiş; her işe girme umudunda bir şanssızlıkla işe alınmamış, sonunda da yeterince hızlı koşamamıştı. Diğerlerinden bir farkı yoktu. Diğerlerini korumak için, gösterdiği onca çaba, diğerlerinin gözünde onu farklı kılmıyordu. Birilerinin ona tepeden bakmasını engellemiyordu. Alışveriş merkezlerinin pahalı restorantlarında yemek yiyip, sohbet edenler, pahalı sitelerinde oturup, korumalı hayatlarını yaşayanlar, onu görmüyordu bile. Gözlerinin içine baksa bile umursamıyorlardı. Birinin fabrikasına iş için başvursa, belki sıraya bile giremeyecekti. Kimse ona bu hayatta öncelik vermeyecekti. Neden diye sordu, fakat yanıt alamadı. Başı önünde, umutları daha çok azalmış evinin yolunu tutu.