FATSA'YA AŞIK OLMAK
FATSA'YA AŞIK OLMAK…
Büyüklerimiz bazen eski Fatsa’yı anlatırlar. Eski binaları, eski evleri, eski insanları ve eski olayları… Fatsa’nın otuzlu-kırklı yıllarını bilen çok değerli büyüklerimiz var.
Büyüklerimiz eskiyi anlatmaya başlayınca bizler, “ağzımız açık” zevkle dinlemeye başlarız
Çünkü insan denen varlık, geçmişini merak etmeden ve ona özlem duymadan yapamıyor.
Ve geçmiş denince elbette ki fotoğraflar akla geliyor. O günleri yaşayanlar bir gün göçüp gidiyor ama fotoğraflar donuk da olsa eskiyi yaşatıyor.
O nedenle elinde o günlerin fotoğraflarını bulunduran Fehmi Akar’ın, Güneş Gazetesi arşivinin ve diğer insanların kıymetini çok iyi bilmek lazım…
Zamanın hızla akıp gittiği dünyamızda insanoğlunun geçmişe takılıp kalması ilginçtir. Geçmişi hatırlarken duyduğumuz hazlarımız, iç geçirmelerimiz ve belki de kimi olaylara göre öfkelerimiz daha da ilginçtir.
Kim bilir? Zamanla birlikte yaşadığımız kaçınılmaz değişim, belki de bizi yorgun düşürüyor.
Gençliğimizi özlüyoruz, kaybettiklerimizi özlüyoruz, sıkı başlayan ama bitmek zorunda kalan arkadaşlıkları özlüyoruz, hatta zaten unutamadığımız platonik aşklarımızı özlüyoruz.
Ve kim bilir; geçmişe dair daha nelerin hasretiyle yanıp tutuşuyoruz.
Fatsa’nın kimyasında yoğrulan bir insan, dünyanın neresine giderse gitsin iflah olmaz bir Fatsa hastası olarak karşımıza çıkıyor.
Sahi nedir bizi Fatsa’ya çeken?
Nedir bizi büyüleyen?
Ta uzaklarda kavlan ağacının adını duyunca bile burun direklerimizi sızlatan nedir?
“Fatsa’da ne var, ne yok?” diye sorarken gözlerimizde beliren ışıltının sebebi nedir?
Aslında tüm bu soruların cevapları çok basit…
Fatsa nazlı bir dilber… Ve hepimiz onun onmaz âşıklarıyız.
Bakışıyla, endamıyla, gülüşüyle, işvesiyle bizi baştan çıkaran Fatsa…
Leyla’msı duruşuyla bizi kendine Mecnun eden Fatsa…
Kavgalarımızı, düğünlerimizi, coşkularımızı ve heyecanlarımızı yaşadığımız Fatsa…
Ve dışarıdan gelenlerin bile âşık olmaktan kurtulamadığı Fatsa…
Nice canlar yakan Fatsa…
Yaşadığımız sürece üzerinde, öldükten sonra da toprağının koynunda huzur bulduğumuz Fatsa…
Toprak misali kafasını gözünü tırmalasak da bize daima gülücükler savuran Fatsa…
Belki de bir türlü kıymetini bilemediğimiz Fatsa…
Otuz sene öncesinin Mektep Çayırı’nı her hangi bir Fatsalıya sorun bakalım; size neler anlatacak? Sorun bakalım; orada hangi maziyi bırakmış…
O dönemlerin komşuluklarını, arkadaşlıklarını, sokak oyunlarını ve daha nice olayları da sorun…
İşte o zaman anlayacaksınız âşıkla maşuk arasındaki bitmez tükenmez macerayı…
Yüreğimizde hançer gibi sızı bırakan Hekimoğlu’nu, yanık dizeleriyle Dursun Ali Akınet’i, buğulu sesiyle Avni Kaysal’ı, ortalıkta görünmeyi pek sevmeyen ama yüreğinde bir volkan barındıran Selahattin Aygün’ü o zaman anlayacaksınız.
Haluk’un, Ramadan’ın, Albay’ın niye bu kadar sevildiğini o zaman anlayacaksınız.
Değişim elbette kaçınılmaz. Elbette hayat bizi hep bir yerlerden bir yerlere savuracak.
Ama nereye sürüklerse sürüklesin, gittiğimiz yerlere yüreğimizi de götüreceğiz.
Yine içinde Fatsa geçen nice ağıtlar yakmaya, türküler söylemeye ve belki de acılar çekmeye devam edeceğiz.